17 Mayıs 2009 Pazar

9 yıl geçse de üstünden..

Bu kalp seni unutur mu?

29 yıl bitmek üzere ömrümde. Aşağı yukarı 10 bin küsür güne denk geliyor soluk aldığımdan beri geçen süre..ve ben bu 10 bin küsür gün içinde, hayatınızın en mutlu günü neydi sorusuna 1 saniye bile düşünmeden, tek bir günü seçerek cevap verebiliyorum:

17 Mayıs 2000. 

Kopenhag'daydım. Orada yaşadım, o kupaya dokundum, maç sonrası Hagi'yle tellerde "high-five" yaptım. Kendimi bu manada ayrıcalıklı hissediyorum. Hayatımda maç öncesi, maç sırası, maç sonrası duygu yoğunluğu bakımından bu kadar mistik, bu kadar değişik bir kaç saat geçirmedim. Hala aklıma geldikçe tüylerim diken diken oluyor. 

Benim UEFA Kupası yolculuğum, Almanya'daki Hertha Berlin maçıyla başlar. Hertha Berlin'i 4-1 yendiğimiz maçtan sonra, Milan'ı yenersek UEFA Kupasını alırız diye iddia sarfetmeye ve bunu herkese söylemeye başlamıştım. Bunlardan biri de, Berlin'de yaşayan abim konumunda olan kuzenimdi. Kendisi eğer bu gerçekleşirse, tüm masraflar benden Kopenhag'a finale gideriz demişti. Böyle bir telefon konuşmasının bir kaç ay sonra gerçeğe dönüşeceğini ikimiz de bilmiyorduk tabii..


Sonrası malum, Milan'ı son dakika golüyle 3-2 yenerek UEFA Kupasına kaldık. Benim inancım daha da pekişmişti. Çünkü o döneme dek süregelen tecrübelerim doğrultusunda, son dakika golleriyle bir şekilde ilerleyen takımlar, ekseriyetle boş yere ilerlemezler, mutlaka bir sebebi vardır Tanrı'nın gizlediği.. 

Sonrasında Bologna maçı İstanbul'da.. Ordaydım. Dortmund ve Mallorca maçlarına gidemedim. Ama yarı finalde Leeds United maçında yine Ali Sami Yen'deydim, o gergin yarı final sonrasında artık finaldeydik ve kuzenim abim bana verdiği sözü unutmamıştı. Ama asıl macera şimdi başlıyordu..

Leeds maçı 20 Nisan'da oynanmıştı ve öncelikle final biletlerinden temin etmek gerekiyordu. Sınırlı sayıdaki bilete ulaşmak oldukça zordu; eğer ablam gazeteci olmasaydı. O'nun sayesinde, finale 3 bilet bulduk. Biri benim için, diğer ikisi Berlin'deki iki kuzenim abilerim için. Artık geriye tek bir engel kalıyordu, hem Alman hem de Danimarka vizelerini kalan 15 günlük süreçte çıkarabilmek. Öncelikle Alman konsolosluğuna başvurdum. O dönemde şimdiki gibi değerlendirme süreci kısa sürede sonuçlanmıyordu ve yaklaşık 10 günü aldı; son haftaya gelindiğinde Danimarka vizesi için başvurmaya gittiğimde ya çıkmazsa kuşkusu benliğimi sarmıştı bile.. Danimarka konsolosluğunda sıra bekleyip başvuru için içeri girdiğimde, tonton bir teyzeye verdim belgelerimi. İTÜ Makina Mühendisliği'nde okuduğumu görünce, aa benim eşim de ordan mezun dedi ve sevindi. Ben durumumu anlattım ve en kısa sürede vizeyi almam gerekliliğinden bahsettim. Bana normalde 1 hafta sürer, ama sen yarın gel al dedi. Bu ismini hala bilmediğim tonton teyze sayesinde vize işini de halletmiş olmuştum. Ta ki ufak bir sorun daha çıkana kadar.. 17 Mayıs'a önemli bir dersimizin vizesi ertelenmişti. Şimdi iş o dersten kalmadan nasıl gidebileceğimi halletmeye kalıyordu. Burda da maalesef küçük bir yalan söyledim sevgili hocama. O tarihte Almanya'da yaşayan ablamın düğünü olduğunu ve aylar öncesinden bilet vs. aldığımı, gitmek zorunda olduğumu söyledim. Kendisi de "tonton" sınıfına giren hocalarımızdan biriydi, "tamam dedi, geldiğinde sana ayrıca yaparım sınav.." O dersten AA ile geçtim bir de üstüne. O manada sevgili hocama anlayışı için teşekkür eder, yalanım için özür dilerim bu vesileyle; ama mecburdum..



Artık herşey tamamdı. Öncelikle İstanbul'dan Berlin'e uçacak, bir kaç günü orda geçirecek ve sonrasında Berlin'den Kopenhag'a karayoluyla geçecektik maç günü. Yurtdışına ilk kez çıkıyordum ve Berlin'i maç gününe kadar doya doya gezdim. Maç günü geldiğinde, üçümüzün de hazırlıkları tamamdı. Sabah günün ışıdığı vakitlerde, Berlin'den arabayla yola çıktık. Sanırım kuzeyde Rostock'dan Kopenhag'a feribot seferleri vardı; dolayısıyla Berlin - Rostock - Kopenhag hattı daha kısaydı. Ancak kuzenimin deniz korkusu nedeniyle, biz uzun yolu tercih etmiş ve Berlin - Hamburg - Kiel - Odense - Kopenhag rotasını izlemiştik. Bu rotayı izlediğimize Great Belt Köprüsünden geçerken sevindim. Zira dünyanın deniz üzerindeki en uzun köprülerinden biri olan bu köprü daha açılalı 2 yıl olmuştu ve ben 7 kilometre boyunca Baltık Denizinin üzerinde, hafif sis denizi kaplamışken yol alırken huşu içerisindeydim. 



Kopenhag'a yaklaşırken, yanımızdan birer ikişer içinde Arsenal bayrakları olan minibüsler geçiyor ve biz de kuşkulu gözlerle bakıyorduk. Zira Leeds olaylarının üzerinden henüz 1 ay geçmişti ve holiganların Danimarka'ya çıkarma yapacağı konuşuluyordu. Nitekim yanımızdan geçen tipler de, tam holigan tanımına uyan, İngiliz traşlı, alt seviyeden geldiği belli olan, bir minibüse doluşmuş, nefretle bakan tiplerdi. Orman kenarında bir dinlenme tesisinde tuvalet molası verdiğimizde, o minibüsün de aynı yerde durduğunu gördük. Sanırım onlar yemek yiyordu ki, biz pit stop'umuzu çabucak yapıp ordan uzaklaşma zamanını bulmuştuk. 

Danimarka'ya ilk girdiğimizde bulutlu olan hava, bu sefer yoğun bir güneşe dönmüştü. Biz de Kopenhag sınırlarından içeri girmiştik. Öncelikle stadı bulmak istiyorduk. Enteresan bir şekilde stadın yerini sorduğumuz yaklaşık 5 Danimarkalı da bize stadın yerini bilmediğini söyledi. Garip bir şekilde Parken Stadyumuna nasıl gideceğimizi bulamıyorduk. Derken tesadüf eseri, Tivoli meydanından geçerken, tüm Galatasaraylıların ve İngilizlerin meydanda toplandığını gördük ve biz de burda duralım, hep beraber gideriz düşüncesiyle park ettik. Artık Tivoli meydanındaydık ve meydanda tam bir cümbüş havası vardı. Türkler, İngilizler karşılıklı olarak tezahüratlar yapıyor, insanlar güle oynaya maç saatini bekliyorlardı güneşin altında. Hiç düşmanca bir hava yoktu. Öylesine rahatlamıştık ki, karnımızı doyurmak için girdiğimiz bir fast food restoranın içinde herkesin İngiliz ve Arsenal formalı olduğunu gördüğümüzde çekinmemiştik bile. Nitekim o restoranın yanındaki Irish Pub'da içen ve bağıran çağıran İngilizlerden de çekinmediğimiz gibi. Yanımıza gelip hatıra fotoğrafı çektirmek isteyen Arsenalliler bile oluyordu. Ki o fotoğraflar hala durur. Biz bu şekilde karnımızı da doyurduktan sonra, tekrar meydana döndük ve tam meydanın bilenler için Burger King tarafındaki değil de, tam karşısındaki girişindeki bir banka oturduk. 

Çevremizdeki ortamı izleyip dinleniyor, eğleniyorduk. Taa ki, daha kısa bir süre öncesinde önünde dolaştığımız Pub'dan çıkan kalabalık bir grubun attığı bir şişenin tam anlamıyla kafamın üzerinden geçmesine kadar.. İnanılmaz bir gök gürültüsü şeklinde bağırarak, ellerinde şişeler, çeşitli aletler bize doğru geliyorlardı; tıpkı Braveheart filmindeki sahneler gibi. Haliyle bir anda biz de dahil olmak üzere meydandaki Türkler dağıldı. Kimsenin beklemediği bir anda saldırmışlardı ve herkes panik halindeydi. 



O anda hiç unutamadığım bir şey oldu. Tahminen gurbetçi olduğunu düşündüğüm 1.90 boylarında, kaslı, kafasına Galatasaray bayrağını Rambo gibi sarmış bir genç, elleriyle boksör gibi gardını aldı ve meydanın girişinde İngilizleri karşılamaya başladı tek başına. Yanına geleni indiriyordu. Bunu gören insanlar birden geriye dönmeye başladılar ve o anda zaten havada sandalyeler, bisikletler, şişeler ne varsa uçmaya başladı. Meydan artık tam anlamıyla bir savaşa tanıklık ediyordu. Biz ilk taarruzda kaçtığımız noktadan olayları izlerken, polis hala ortalarda yoktu. Neden çok sonra, atlı polisler gelmeye, olaya müdahale etmeye çalıştılar. Ve ayrıntılarını ve görüntülerini benden iyi bildiğiniz olayları ayırırken, her iki takım taraftarlarını farklı bölgelerde konuşlandırdılar. Artık arada polis seti vardı ve iki takım taraftarları meydanın farklı bölgelerindeydiler. Polis de önlemleri almıştı. Herkes için bir sorun yoktu.. Ama ya bizim için?? 

Bizim için sorun devam ediyordu, çünkü arabamızı tam da polisin İngilizleri ayırıp topladığı yerin ortasına bırakmıştık. Bir şekilde arabaya gitmemiz gerekiyordu; ama nasıl yapacağımızı kara kara düşünüyorduk. Hava ilginç bir şekilde kararmış, fırtına çıkmıştı..Bu noktada kuzen abilerimden küçük olanı, üçümüzün birden gitmesinin daha riskli olacağını, kendisinin bir şekilde çaktırmadan gidip arabayı alıp gelmeyi deneyeceğini söyledi. Biz de mantıklı bulduk ve O'nu bulunduğumuz yerde beklemeye başladık. Aksilik bu ya, cep telefonunun şarjı da bitmişti ve ayrıldıktan sonra yapacağımız tek şey beklemekti. 

Gitti ve gelmedi.. 10 dakika gelmedi, 20 dakika gelmedi.. 2 dakikalık mesafedeki yer için bu süre, artık bizim duygularımızın endişeden korkuya dönüştüğünü simgeliyordu.. Bizim çevremizdeki Galatasaraylılar da gitmişlerdi ve yalnız başımıza bekliyorduk. Neyse ki, tam 20 dakika sonra arabamız köşede göründü. İngilizlerin içinden çaktırmadan arabaya ulaşmayı başarmıştı, ama polis tüm ara yolları kapamıştı ve bizim bulunduğumuz noktaya gelebilmesi ancak bu kadar sürmüştü.. Şükrettik ve yolumuza koyulduk.. Ama hangi yolumuza? Stadın yerini hala bilmiyorduk ve nasılsa beraber gideriz dediğimiz Galatasaraylıların hepsi de ortadan kaybolmuştu. Bir süre daha gittikten sonra, bir taksinin yanında durduk ve stada nasıl gideceğimizi sorduk; buraya yakın ama orda park yeri zor bulursunuz, burda park edin, ben sizi götürürüm dediğinde, o ana kadar yaşadığımız stresten ötürü amacımız bir an önce kapağı stadın içine atmak olduğundan, peki dedik. Taksici Faslı bir adamdı. Bizi stada kadar götürdü.. Bu arada fırtına, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura dönüşmüştü. 

Stadın önüne geldiğimizde kapılar kapalıydı. O kadar tırsmıştım ki, görevlilere bizzat ben, büyük bir kavganın yaşandığını, artık kapıları açmadan iki takım taraftarlarını stad dışında tutmanın anlamının olmadığını anlatmaya çalıştım. Nitekim stad kapıları açıldığında içeri ilk giren belki 20-30 kişiden biriydik. Haliyle maça 5 dakika kalana kadar girme alışkanlıkları olmayan İngiliz tarafı boşken, bizim taraf yavaş yavaş dolmaya başladı bir süre sonra. 

Hayatımda ilk kez yurtdışında maça gidiyordum ve stad atmosferinden büyülenmiştim.

ve maç başladı.. 


Kale arkası tribünlerindeydim. Hayatım boyunca bir çok maça gittim. Binlerce maç izledim. Belki daha fazla. Ama içinde bulunduğum ruh halinin etkisi miydi, yoksa gerçekten öyle miydi bilemiyorum, ben böyle mistik, böyle tempolu, böyle heyecanlı, böylesine büyük futbolcuların büyük futbol oynadığı bir maçı daha yaşamadım. İki metre önümde Bergkamp göğsünün sağıyla sağ tarafına düşürdüğü topu saniyenin onda biri zamanda soluna dönerek alıyor, soldan Overmars rüzgarın oğlu gibi gidiyor, Henry ayağına aldığı her topta yüreğimizi ağzımıza getiriyordu..

Ama biz de farklı değildik.. Hagi topu aldığında, sağ kanattan sola, soldan sağa kadar tüm sahayı katediyor, ama durdurulamıyordu. Arif'le devre sonunda kaçırdığımız pozisyon ise saçları başları yolduruyordu. Neyse ki onların ikinci yarıda Keown'la kale ağzından kaçırdıkları daha inanılmazdı..

Maçın son bölümüne gelirken, Galatasaray tribünleri ilk kez yıllar önce Ali Sami Yen'deki 4-2'lik Paris Saint Germain galibiyetinde söylenen Dağ başını duman almış şarkısını söylüyorlardı.. Aralıklarla.. Ta ki 94. dakikada Hagi atılana dek.. Hagi'nin atıldığı andan itibaren, dağ başını duman almış, küçük aralar hariç, maçın sonuna dek söylendi.. Ordaki o havayı anlatamam; öylesine bir ruh halidir ki, dokunsalar ağlayacak gibi olan bir sürü insan, o mücadelenin, o umudun, o terin hakkını veriyor ve onlarla birlikte oynuyordu. Bana göre tarihin en iyi tribün performansıdır, en iyi bir takımı iten, sahadaki futbolcularla birlikte yürüyen bir tribündür 17 Mayıs Kopenhag tribünleri.. 



Hagi haksız atılmıştı belki, ama yine de başkası olsa her türlü şey söylenirdi finalde bunu yapan futbolcu için. Oysa Hagi'ye edilen en ağır laf, yanımdaki taraftardan geliyordu.. "Yapma Hagi.." Hagi'ye edebileceğimiz en ağır laf buydu. Çünkü o İlahtı.. O bu günlerin mimarı, orda olmamızın en önemli sebebi.. Commandante'mizdi.. Yapma Hagi dedik, ama dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar diye daha bir kuvvetli haykırdık. Hele ki bir süre sonra Büyük Kaptan'ın bir kolunun tamamen vücuduna sarıldığı halini tribünden gördüğümüzde, artık kimimiz ağlayarak bağırıyordu, kimimiz dudağını sıkarak: 

Dağ başını duman almış  
Gümüş dere durmaz akar   
Güneş ufuktan şimdi doğar  
Yürüyelim arkadaşlar 

Sesimizi yer, gök, su dinlesin  
Sert adımlarla her yer inlesin 

Bu gök, deniz nerede var  
Nerede bu dağlar taşlar  
Bu ağaçlar güzel kuşlar  
Yürüyelim arkadaşlar 

Sesimizi yer, gök, su dinlesin  
Sert adımlarla her yer inlesin, 
İNLESİN, İNLESİN!


Biz bu duygular içerisindeyken, Taffarel birbiri ardına Henry'nin, Parlour'ın, Kanu'nun pozisyonlarını kurtarıyor ve hepimize umut aşılıyordu. 

120. dakika geldiğinde ve hakem Lopez Nieoto bitiş düdüğünü üflediğinde, maçı televizyondan izleyen Galatasaraylılar ne düşünüyordu bilmiyorum. Ama Parken stadyumundakilerin hepsi sarmaş dolaştı. Daha penaltılar atılmadan, kazanacağımıza inanmıştık. O kadar emindik bu epik mücadelenin sonucunu alacağımızdan..

Penaltılar bizim olduğumuz kale arkasına atılacaktı. Ergün ilk penaltıyı attıktan sonra, Taffarel'in kaleye geçişiyle birlikte kazanacağımızdan daha emin oldum. Zira bunu belki anlatmak pek mümkün değil, ancak Taffarel kalede öyle bir duruyordu ki, tam kale arkasında olan biri olarak, yahu şuraya atsa alır, buraya atsa alır, yukarı vursa alır, aşağı vursa alır, Taffarel çok büyük, kale çok küçük duruyor gibi geliyordu. Bu cidden mübalağa değildir. Seaman kaleye geçtiğinde, şurdan vurursa mümkün değil o duruştaki bir kaleci kurtaramaz diye düşünüyordum. Ama Taffarel olunca, düşüncelerim yukarıdaki gibiydi. Bu büyük kalecinin, Brezilya'ya da finalde kurtardığı penaltılarla Dünya Kupasını getiren bu muhteşem insanın finalde tek bir penaltı kurtarmamasına rağmen, Suker'in, Vieira'nın kaçan penaltılarında bu kalede büyük duran haliyle bir numaralı etken olduğunu düşünürüm. Tıpkı Baggio'nun ünlü 1994 Dünya Kupasında kaçırdığı penaltıda Taffarel'in etkisinin olduğunu düşündüğüm gibi..

Ve Popescu atıyor.. ve kazanıyoruz.. O anki duyguları tarif etmek mümkün değil.. Bir tribün dolusu insan ağlar mı? Böyle bir duygu yoğunluğunu, tanımadığın etmediğin insanlarla sarmaş dolaş olma halini, başka ne getirebilir? Nasıl bir sevgidir bu? 

Bu Galatasaray sevgisidir. Sana her daim umut aşılayan, sana her daim en büyük mutlulukları yaşatan, gözünü açtığından beri ailen gibi bir parçan olan Galatasaray sevgisidir. 

Artık tellerdeyiz.. Futbolcular geliyor, HAGI elinde Türk bayrağı hepimizle "çak" yapıyor.. ve en sonunda kupa geliyor.. Kupa ellerde, kupa havada..Kupa asla unutulmayacak anların doruk noktasında zihinlerde..

Sonrasında stadı mutluluk içinde boşaltmak. Ancak yine İngilizlerin olduğu tarafa arabasını bırakan üç şaşkın olarak endişe içinde arabamızı karanlıkta bulmaya çalışmak.. Çevremizdeki herkesin İngiliz olması, gazetecilerin bu halde fotoğraflarımızı çekmesi.. Taa ki, arabamızın içine kendimizi atıp, yollara düşene kadar ki endişe hali..

Hepsi o büyüleyici günün bir parçası, hepsi hayatımın en güzel gününün, hayatımın en mutlu gününün hiç unutmayacağım halkaları.. 

Bu duyguyu yaşamayan anlayamaz. 

Seni çok seviyorum Galatasaray'ım.. Saat sabahın dördü, üzerinden 9 sene geçmiş ve ben hala bunları yazıyorum.. Sanırım içimdeki sevgin hiç eksilmeyecek..Ne mutlu ki sana gönül vermişim, ne mutlu ki Galatasaraylıyım.. 

9 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzel, bir solukta okudum. Senin yerinde olmak isteyen binlerce kişi gibi neleri vermezdim.

17 Mayıs 2009 05:44
Unknown dedi ki...

Okurken gözlerim doldu, tıpkı Popescu penaltı attıktan sonra TRT'de goll diye bağırdıklarında tüylerimin ürpermesi gibi. Ellerine sağlık, harika yazmışsın.

17 Mayıs 2009 07:51
Adsız dedi ki...

Kardeşim senin yerinde olmak isterdim.Amma anlatmışşın.

17 Mayıs 2009 13:36
Adsız dedi ki...

Çağdas forumda da belirttim, mükemmel bir yazı, tüm o duyguları tekrar yasadım..Gözlerim doldu, eline saglık..iyi ki actın blog'u..

Engin

17 Mayıs 2009 17:48
Adsız dedi ki...

Beni hem çok güldürdün, hem de duygulandırdın gian. Bu ne güzel bir anı, ne güzel bir yazı.

17 Mayıs 2009 17:59
giga dedi ki...

ellerine sağlık, orada olmayı müthiş yansıtmışsın, inşallah daha büyük başarıları da anlatacak günleri de görürüz...

17 Mayıs 2009 18:50
kajganic dedi ki...

Böyle bir günü yerinde yaşayan şanslı insanlardan olman ve bunları bizimle paylaşman çok güzel ,bizleri yine o güzel güne götürdün .
''oradaydım'' belgeseline malzeme olacak güzellikte bir yazı:)

Teşekkürler

17 Mayıs 2009 19:42
Baha dedi ki...

Yazı çok güzel bende o tarihte İngiltere'de yaşıyordum, Arsenal müthiş bir takımdı ve kimse kaybedeceklerine ihtimal vermiyordu. Bu sayede, oynadığım bahisten iyi para kazanmıştım çünkü ben sonuçtan emindim. Büyük ustalar Derwall ve Hagi'nin dediği gibi Galatasaray adının olduğu her yerde umut her zaman vardır ve bu da benden gelsin Galatasaray maç kaybeder ama finalleri kaybetmez.

19 Haziran 2009 11:13
Görkem dedi ki...

orda olmak tarihe tanıklık etmek harika şeyler,okurken gözlerimden yaşlar geldi. İyiki Galatasaraylıyım...

17 Mayıs 2010 21:16