Tarafsız (!) Rıdvan!

Maç bitmiş; klasik bir şekilde Rıdvan'ın yüzünde gülücükler açıyor.. O kadar heyecanlanmış ki, heyecandan konuşamıyor, nefes alıp verişi bile farklı..

Başlıyor Rijkaard'a sallamaya.. B planı yokmuş, C planı yokmuş. Burası İspanya'ya benzemezmiş.. Hele Rotterdam'a hiç benzemezmiş.. (İki haftadır sürekli Rotterdam vurgusu yapıyor, Rijkaard'ın bir takımı küme düşürdüğünü yeni öğrenmiş olmalı ki, Rijkaard ezikliğini böyle kusuyor..) Baksınmış Rıza Hoca'ya, nasıl takımın taktiğini maç içerisinde değiştirebiliyormuş..

Buralara kadar anladık; klasik skor yorumcusu olarak, teypten çıkardığı maç sonucuna göre yaptığı klasik yorumlardan biri.. Maç kötü bittiyse, B planı yok, C planı yok hadisesi..İşte dön 4-4-2'ye.. Orta sahanı azalt.. Ya da tersi bittiyse; orta sahanı güçlendirmeliydi vs.. Alıştığımız, klasik, Rıdvan yorumları..

Ama ne zamanki ağzından salyalar akarak, nefesi hızlanarak aşağıdaki yorumu yapıyor, o zaman film kopuyor bende de.. Aynen şöyle diyor bu herkese tarafsız olduğunu yutturmuş şeytan:

"Galatasaray şöyle iyi, böyle iyi.. Ne oldu ha? Kötü oynayan Fenerbahçe 21. İyi oynayan Galatasaray 19. Ha?"

Hani vurguyu anlamadıysanız, bu söylemin sonunda o vurguyla ancak bir de malum el-kol hareketi yapılır; o derece..

Bu adamın hala tarafsız olduğuna inanan varsa, yazık saflığına diyorum..

Ve bu adamın yanında yıllardır oluşturduğu sporun akil adamı kimliğini yokeden Güntekin Onay'a da yol yakınken Rıdvan'ın gölgesinden sıyrıl; orası sana yakışmıyor diyorum..
Devamı

Nick Hornby'nin yeni kitabı Juliet, Naked

İlk olarak Fever Pitch ile tanıştığım, High Fidelity ve About a boy ile daha da çok sevdiğim Nick Hornby'nin son kitabının çıktığını Londra'da billboard'larda görünce, hemen ilk koşu gidip aldım. Kitabın adı, Juliet, Naked. En sonda söyleneceği, ilk başta söyleyeyim: Yukarıdaki üç kitabı filme çekilen Nick Hornby'nin bu kitabı, senaristlerin ilgisini çekmez ve tozlu raflarda kalır.

Hornby bu kitabında, Kuzey İngiltere'nin küçük bir sahil kasabasında yaşayan ve Amerikalı Tucker Crowe adındaki bir şarkıcının hayranı olan looser bir adamla, O'nun daha hayatın gerçeklerine hakim hayat arkadaşının Crowe'a uzanan hikayelerini anlatıyor.

Tucker Crowe, 20 yıl önce, tam da çok başarılı bir albümü sonunda çıkarmışken, bir gün turneleri arasında yolculuk yaparken girdiği bir bardaki tuvalete gittikten sonra, bir anda müziği bırakıyor ve 20 yıl boyunca hiç bir şekilde ne röportaj veriyor, ne müziğe dönüyor, ne de hatta görülüyor.. Bunun üzerine, küçük çapta bir Crowe efsanesi başlıyor az sayıdaki fanatikleri arasında. Tuvalette gördüğü ve müziği bırakmasına sebep olan olay, son 20 yılda yaptıkları ve son albümüne adını veren, Juliet adlı model sevgilisine dair onlarca efsane üretiliyor. İnternet ortaya çıktıkça bu durum daha da çılgın bir hal alıyor ve adına siteler kuruluyor. İşte, kitabın ana karakterlerinden Duncan, Croweologist olarak tabir edilen bu manyaklardan biri ve son 20 yılını Crowe'un şarkılarını tekrar tekrar dinleyip, arkasındaki farklı anlamları araştırmakla, Amerika'ya ziyaretler yapıp, o tuvaleti görmek, Juliet'in şu anda yaşadığı evi görmekle geçiren ve eşi Annie'yi de beraberinde sürükleyen bir kişi.

Bu döngü, taa ki, Duncan bir gün posta kutusunda Tucker Crowe'un yapımcısından gelen, sizi İnternetteki yorumlarınızla takip ediyorduk, o yüzden 20 yıl sonra Crowe'un müziğe dönüş albümünün deneme sürümünü ilk size dinletmek istedik şeklinde bulduğu bir mektup ve CD'ye kadar sürüyor. Juliet, Naked adlı bu CD'yi dinlediklerinde, Duncan kendinden geçerken, eşi Annie nefret ediyor ve o andan itibaren yaşamının Duncan ile geçen son 15 yılının nasıl da boş ve kayıp olduğunu sorgulamaya başlıyor.. Bu Naked versiyon, aslında bir nebze metaforla beraber geçirdikleri son 15 yılı gözler önüne çırılçıplak seriyor..

Bundan sonra hikaye, başta hiç sanmasam da, Tucker'ın da olaya müdahil olması ve Annie-Tucker-Duncan arasındaki duygusal çözümlemelerle akıp gidiyor.

Kitabın ilk bölümü oldukça akıcı ve kendinizi kaptırıyorsunuz. Lakin olay ne zaman ki bu iç sorgulamalara giriyor, bir yere kadar Hornby'nin aşk, yalnızlık, mutluluk, hayat üzerine saptamalarından etkileniyor ve devam ediyorsunuz. Ancak bir noktadan sonra bu çözümlemeler o kadar kendini tekrar ediyor ki, aslında 100 sayfa önce bitebilecek bir romanın 100 sayfa sonrasında size ve hikayeye hiç bir şey katmadan devam ettiğini farkediyorsunuz. Sonuna geldiğinizde, küçük dünyalarında yaşayan ve herkesin/hepimizin hayatının belli bir dönemine geldiğinde geriye dönüp baktığında yaşayabileceği pişmanlıkları duyan insanların yeniden hayata sarılma, aşık olma, kaybolan yıllarının acısı çıkarma güdüleriyle hareket ettiklerini ve aslında yeni kararlarının da gelecekte yeni pişmanlıklar getirebileceğini farkediyorsunuz.

Sonuç olarak Hornby'nin bu kitabı diğer okuduğum üç kitabına göre oldukça sıkıcı. Hikaye bence çok başarılı başlayıp, farklı bir noktada ilerleyebilecekken, aslında üzerine oturtulan kurgu çok orjinal ve de başarı vaadederken, Hornby'nin sadece 3 karakterin içsel düşüncelerine yönelmiş olması bence yanlış bir tercih olmuş.

Kitabı, Nick Hornby hayranıysanız, yine de tavsiye ediyorum. Belki hayatınızda unutulmaz bir kitap olarak kalmaz; lakin yine de kendinize dünyanın farklı köşelerindeki, farklı altyapıdaki insanlarının nasıl da benzer sorunlarla boğuştuklarını ve insanın özünde belirli defolarıyla aynı insan olduğunu hatırlatmış olursunuz..
Devamı

Yan hakemlerin şampiyonu Fenerbahçe!

24 Ağustos'ta aşağıdaki linkteki yazıyı yazıp, bu sene yan hakemlerin Fenerbahçe senesi mi olacak diye sormuştum.


http://gianinsesi.blogspot.com/2009/08/iki-hafta-iki-yan-hakem-yan-hakemlerin.html

Haftalar geçti ve yanılmadığımı görüyorum. Hemen her hafta, Fenerbahçe'nin rakiplerinin yüzde yüz gollük atakları kesiliyor..Resmen skorla, hissettirmeden oynanıyor. Zira, Türkiye'de orta hakem hataları çok konuşulur, ancak asıl bilet yan hakemlerle kesilir.

2001 yılında nizami olmasına rağmen sayılmayan 8 golümüz hala akıllarda.

İşte bu sene de, oyun burdan oynanıyor.

Bu yazıyı, Antalyaspor maçının devre arasında yazıyorum. Antalyaspor'un 5 dakika önce yüzde bir milyon golü, gözünün önündeki adamın bir metre geriden çıktığını göremeyen yan hakemce engellendi. Muhtemelen Fenerbahçe maçı alacak.. Bu ikrama rağmen kaybetseler dahi, görüşüm değişmeyecek. Daha 7 haftada Fenerbahçe'ye kazandığı puanları yarısını armağan eden yan hakemlerle, Fenerbahçe'nin şampiyon olmaması gerçekten zor olacak..!
Devamı

Gençlerbirliği 2 Trabzonspor 2

Öncelikle hemen belirtmeliyim ki, bu sene izlediğim Anadolu takımları içerisinde en çok beğendiğim takımlardan biri oldu Gençlerbirliği. Evet, hala o yıllar öncesinin "bela" takımı olmaktan uzaklar. Hala o zamanki gibi çok yetenekli oyuncuları yok. Ancak Thomas Doll ile birlikte o dönemlerin mücadele gücüne yaklaşmışlar diyebiliriz. 90+2. dakikada dahi basan takım Gençlerbirliği idi.

Maça Trabzonspor çok da iyi oynamadan 2-0 öne geçerek başlayınca, yanımdakilere bu maçın bir şekilde 2-2 olacağını, ancak sonrasında skorun ne olacağını bilmediğimi söyledim. Bu çok belliydi; zira bu tarz bir takımın diğerinden çok da üstün oynamadan bulduğu üstünlük, geride kalan dakika sayısına göre değerlendirilmelidir. Eğer misal, çok kötü oynarken, 2-0'ı 70. dakikada buluyorsanız, bu çok iyi bir şeydir ve maçı kazanma şansınız yüksektir. Ancak henüz 16. dakikada 2-0 öne geçmişseniz, daha elde ettiğiniz hiç bir şey yoktur. Erken yiyeceğiniz skoru 2-1 yapan bir gol, anında paniğe sevkedecektir sizi.

Nitekim maç, 2-0 olduktan sonra, bu öngörümden farklı işlemedi. 2-0'dan itibaren sürekli hücumu düşünen, pozisyon arayan Gençlerbirliği idi.

Soyunma odasına 2-1 ile giden Gençlerbirliği'nde Doll iki tane enteresan değişiklik yaptı. Harbouzi ve Burhan gibi önemli oyuncularını alıp, Hurşit ve Sandro'yu koydu. Hurşit bundan sonra maçın gidişatını belirleyen adam olacaktı. Zira sol açığa yerleşen bu oyuncu, 70. dakikaya kadar her aldığı topu kaptırdı. Bu maçta sağ bek oynayan ve iyi de oynayan Song karşısında o kadar heyecanlıydı ki bu pır-pır oyuncu, Doll Hurşit'i alarak kendi bacağına sıktı diyordum. Taa ki, Mustafa Pektemek'in sakatlığı sonrasında, Doll'un sol açığa Bilal Çubukçu'yu sokup, Hurşit'i sağ açığa çekene dek. İşte o andan itibaren, Hurşit karşısında oynadığı Ferhat'ı rezil etti. Ferhat'ın neden Galatasaray'da oynayamayacağını, hatta neden Süper Lig topçusu olmadığını dünya aleme gösterdi. Her pozisyonda geçildi Ferhat. Bilal'in attığı muhteşem frikik golünde de, faulü yapan yine kolay bir çalım yiyen aynı oyuncuydu. 30 dakika boyunca, sahanın en kötüsü olan bir adam, bir anda karşısında sahanın en iyisi haline dönüyorsa, işte burda Ferhat'ın ve Cale varken O'na sol bekte görev verenlerin düşünmesi gerekir. 90+2. dakikada Sandro'nun kaçırdığı akıl almaz golde de atağın başında topu kaptıran Ferhat'ın izi vardı.

Hep Gençlerbirliği'nden bahsettim. Trabzonspor'a değin bir iki noktaya da değineyim. Song'un sağ beke çekilmesi bence doğru karar. Her ne kadar hücuma katkısı her çıktığında topu dağlara taşlara vurmaktan ibaret olsa da, defansın sağında girdiği kademeler için bu defo çekilir.

Alanzinho denen kişinin ben sirk topçusu olduğuna inanıyorum. Maalesef, tek maçını geçen sene bize karşı oynadı. Broos'un en büyük hatası ikinci yarıya başlarken O'nu oyuna almasıydı. Nitekim fazla dayanamadı ve yarım saat sonra oyundan aldı. Bir oyuncu daha fazla hakedemezdi bu aşağılamayı. Ersun Yanal'ın Trabzonspor'a büyük kazığıdır.

Orta sahada Selçuk suya sabuna karışmadan, arada attığı uzaktan şutlarla idare ediyor. Bu haliyle yakındır taraftarın tepki radarına girmesi. Forvetde Umut ve Gökhan ise bildiğiniz gibi. Trabzonspor böyle maçlarda çok puan kaybedecektir.

Son söz de, besili kaleci Slyva'ya.. Senin gibisinden çok var be canım bu diyarlarda..
Devamı

Dorian Gray Filmine Gitmeyin..

Oscar Wilde'ın "The Picture of Dorian Gray" romanını okumadım. Ancak merak ettiğim hikayelerden biriydi. Londra'da Dorian Gray'in Oliver Parker tarafından bu sene çekilen uyarlamasının 9 Eylül'de vizyona girdiğini görünce, bu filmi izlemeliyim dedim. Ancak filmden çıkarken içimde yer alan duygu, tam bir hayalkırıklığı idi.

Başrollerde Ben Barnes ve Colin Firth'ün oynadığı film, Colin Firth hariç oyunculuk anlamında kelimenin tam anlamıyla sınıfta kalıyor. Filmden çıktığımda 100 yılı aşkın bir süredir Dorian Gray olarak ününü sürdüren bir yapıt bu kadar sıradan olamaz düşüncesine sahiptim. Çünkü film kesinlikle Dorian Gray adlı gencin ruhunu şeytana satma sürecine nasıl geldiğine dair hiç bir şey anlatmazken, aynı zamanda karakterler arasındaki ilişkilerin nasıl geliştiğini film boyunca kesinlikle anlayamıyorsunuz. Lord Henry ve ressam Basil Hallward'ın Dorian'a olan düşkünlüklerinin nasıl geliştiği, neden böyle olduğu vs. hiç bir şey anlatılmıyor. Hele ki Dorian'ın aşkı Sybil'a olan tutkusuna dair en ufak bir gösterge yok. Basit bir şekilde tanışıp, sevişip, sonra da ayrılıyorlar.

Film Dorian'ın Londra'ya gelmesi, bir anda Basil'in resmini yapması ve Lord Henry ile tanışması; sonrasında Sybil ile tanışıp, sevişip, Dorian'ın ruhunu satması ile ayrılması ve kızın ölümü, sonrasında bol bol estetik dahi olmayan sevişme sahneleri, sonrasında Dorian'ın yıllar sonra yeniden geri dönüşü ve lanetten kurtulmak istemesi ve arada yine aptal sevişme sahneleri ile sürüp gidiyor. Filmin içine bu seks sahneleri (hiç biri hardcore değil, softcore değil, abuk subuk ne olduğu belli olmayan sahneler) öylesine serpiştirilmişki, orjinal kitapta olmamasına rağmen, erkek ressam Basil ile de seviştirilmiş Dorian.

Başta da belirttiğim gibi, Oscar Wilde'ın kitabının bu olduğuna inanamamıştım filmden çıkarken. Küçük bir araştırma ile görüyorum ki, senaryo kitaba da bağlı kalmamış zaten. Ortaya çıkan bu rezalet filmin gerekçelerinden biri de bu elbette..

Sonuç olarak, Türkiye'ye gelecek mi bilmiyorum; ama gelirse sakın gitmeyin, paranıza da yazık etmeyin. Son yıllarda izlediğim en kötü filmlerden biri.
Devamı

İngiltere Manchester derbisine kilitlendi


Hala İngiltere'deyim ve bu nedenle bu aralar futbolla ilgili yazılarım genellikle İngiltere menşeini taşıyor.

İngiltere futbolu şu anda yarın oynanacak Manchester United - Manchester City maçına kilitlenmiş durumda. Carlos Tevez'in transferi sırasında iki klüp arasında başlayan gerginlik ateşi, karşılıklı açıklamalar sonrasında yarınki maç öncesi en üst safhaya taşınmış durumda.

Bütün ateşi yakan da Sir Alex Ferguson. Hep söylüyorum ya, Türk futbolundaki yöneticilerin açıklamalarını, teknik adamların davranışlarını eleştirip, İngiltere futbolunu örnek gösterenler, İngiliz futbol dünyasını bir gram olsun takip etmiyorlar diye; işte Alex Ferguson'ın Manchester City'i hedef alan farklı zamanlarda yapılmış aşağıdaki açıklamalarını okurlarsa, bir teknik adamın rakibine bundan daha fazla saldırıp saldıramayacağını belki değerlendirebilirler.

Alex Ferguson Manchester City'i açıkça küçük bir klüp ve aynı zamanda ufak bir mentaliteye sahip bir takım olarak niteledi. Bu ağır açıklamadan sonra, Tevez'in City'e transferi sırasında, Manchester şehrindeki billboard'lara asılan ve sanki City'e gelerek asıl şimdi şehre gelmiş vurgusu yapılan aşağıdaki reklam üzerine, bu aptal poster bizi üzüyor; bu resmen kendini beğenmişlik, kibirlilik, münasebetsizliğin bir göstergesi şeklindeki açıklamaları izledi.


Ferguson bununla yetinmedi; geçen hafta içinde City maçını derbi olarak görmediğini ve kendisi için asıl derbinin hala Liverpool olduğunu belirtti. Bir başka açıklamasında, Tevez'in yokluğunu ya da varlığını önemsemediğini, ancak Adebayor'un oynamayacak olmasına sevindiğini söyledi. Son olarak da, Adebayor'un City ile anlaşmaya vardıktan sonra kendilerini aradığını ve aslında United'a gelmek istediğini söylediğini açıkladı.

Yani Ferguson şehrin diğer yakasında, yeni mali gücüyle kendisinin karşısına rakip olarak çıkmaya hazırlanan City'e yönelik, her türlü bel altı darbeyle onları henüz yolun başında sinirlendirip, rotalarından çıkarmak için herşeyi yapmaya kararlı olduğunu maç öncesinde açıklamalarıyla göstermiş oldu.

Ancak bu sefer sert kayaya çarpmış durumda. Zira karşısında, eski öğrencisi ve o dönemde dahi Ferguson'ın "hair-dryer" olarak bilinen soyunma odasında futbolcularına her türlü saygıdan yoksun bağırış çağırışlarına karşılık veren bir kaç futbolcusundan biri olan Mark Hughes var. Öyle ki, ilk karşılaşmaları hoca-öğrenci ilişkisinden önce Milli takım seviyesinde bir maçta olmuş. İskoçya-Galler arasında oynanan ve Ferguson'ın İskoçya'nın yardımcı hocası olduğu, Hughes'un ise Galler forması giydiği dönemde oynanan maçta, Ferguson her zamanki sinirli tavırlarıyla saha kenarında bağırığ çağırıyormuş.. Hughes sonunda dayanamamış ve yanına giderek çenesini kapamasını söylemiş ve küfürleşmişler.. İşte sonrasında hocasıyken de Sir'e karşı dik durabilen Mark Hughes aynen şöyle bir demeç verdi: Manchester United'ı yere sermek istiyorum - burunlarını kırmak istiyorum. (Böyle çeviriyorum "knock Manchester United off their perch" ifadesini; daha güzel çeviriyi yorumlarda yapabilirsiniz.) Bu cümleyi zamanında, 1986 yılında Alex Ferguson aynen şu şekilde kullanmış: " I want to knock Liverpool off their fucking perch"

Gördüğünüz gibi iki teknik adam arasındaki bu söz düellosu yarınki maçı bambaşka bir diyara taşımış durumda. Ferguson'ın 23 sene önce kendisine koyduğu Liverpool'u yerinden etmek hedefini kendisi için benimsemiş öğrencisi karşısında. Lakin Ferguson hala kurt Ferguson ve şu anda hala oyunun kurallarını O belirliyor. Bu haliyle dahi ne kadar önemli bir lider olduğunu gösteriyor..

Yarın bir çok forvet oyuncusundan yoksun City, muhtemelen United'a kaybedecek. Ama önemli olan galiptir bu yolda mağlup tadını kamuoyunda bırakabilmek olacak.


Not: Alex Ferguson'ın seçmece açıklamalarının İngilizce full metinleri:

"Manchester City is a small club with a small club mentality"

“That stupid poster upset us. It showed an arrogance, it was naughty, it showed a cockiness that wasn’t required at the time because they hadn’t done anything. The season hadn’t even started.”

“To me Liverpool will always be the derby game. It is just because of the history. When I came down here they were the king-pins of England. They had won four European Cups and quite a few league titles. My aim was to do well against them and to try and turn that round. It is hard for me to go against history.”

“It [Tevez's absence] doesn’t bother me one bit – I think their best player is not playing. Adebayor has been their star player, there is no question about that. He has scored in every game. That’s their loss really.”

"At the last minute, from what I can gather, either Adebayor or his agent phoned us after they had agreed a deal with City and then did the same with Chelsea"

Hughes tarafında ise:

"Asked if “knocking United off their perch would be his greatest achievement,” he said: “Absolutely. They’ve been successful over a significant period of football history, so to be able to overcome them or maybe change the make-up of the Premier League is a challenge in itself. To be able to do that you have to be able to overcome teams and clubs like Manchester United.”"
Devamı

Fenerbahçe'nin formasındaki sarı-kırmızı..



Bildiğiniz gibi bu seneden itibaren adı ve statüsü değişen UEFA Kupası'nın logosunda da farklılığa gidildi. Yeni logo sarı-kırmızı ve UEFA Şampiyonlar Ligi'nin logosu gibi, bu logoyu da bu kupayı mücadele eden takımların kollarına işletiyor.

Bizim açımızdan sorun yok. Lakin karşı yakanın, sırf uzattığı kalem kırmızı diye kendi taraftarına bile imza vermekten kaçınan kompleksli başkana sahip takımı açısından bu durum tirajikomik bir durum yaratmış oldu. Resimde de görüldüğü üzere, bundan sonra UEFA maçlarında, Fenerbahçe'nin sarı-lacivert formasında, sarı-kırmızı renkler ihtişamla yer alacak. Hayırlı, uğurlu olsun..


Devamı

Milliyet Internet sitesinin Fenerbahçe maçı manşeti..


Saraçoğlu'nda 3 gol vardı..

Utanmasalar haberin içinde o 3 golün ikisinin Twente'ye ait olduğunu da saklayacaklar..

Biz aynı sonucu alsaydık başlıklarını düşünemiyorum bile..
Devamı

Türk Basını yok olurken..

Geçenlerde izlediğim bir film, aslında birebir alakası olmasa da Türk Medyasının durumu hakkında çok acı şeyler düşündürdü..

Filmin adı Nothing but the truth..2008 yapımı, Rod Lurie'nin yönettiği, başrollerinde Kate Beckinsale, Matt Dillon ve Alan Alda'nın oynadığı filmde, gazeteci Rachel Armstrong, off-the-record olarak bir kaynaktan, bir büyükelçinin eşinin CIA ajanı olduğunu ve çeşitli ülkelerde bu şekilde görevler yaptığını, Başkan'ın O'nun bir raporunu dinlemeyerek hata yaptığını da ekliyor. Olay yaratıyor bu durum. Sonrasında, FBI bu konu ile ilgili olarak, acilen özel savcı atıyor. Savcının görevi, bu haberi kimin sızdırdığını bulmak. Matt Dillon'ın canlandırdığı savcı, çok sert ve hiç bir orta yolu bulma çabasına girmeksizin, Rachel Armstrong'u hapse attırıyor. Tek çıkma yolu, tanığını açıklaması. Rachel ısrarla gazeteci olarak, kaynağını söyleyemeyeceğini ifade ediyor ve tam 1 sene boyunca hapiste kalıyor. Bir sene sonunda, avukatı konuyu sonunda yüksek mahkemeye taşımayı başarıyor. İşte benim takıldığım ve de ülke basınımızın durumu hakkında düşüncelere dalmama sebebiyet veren konuşmayı, kurt avukatı canlandıran Alan Alda bu mahkemede yapıyor. Özellikle şu kısmı koyuyorum:

"In 1972 in Branzburg v. Hayes this Court ruled against the right of reporters to withhold the names of their sources before a grand jury, and it gave the power to the Government to imprison those reporters who did. It was a 5-4 decision, close. In his descent in Branzburg, Justice Stewart said, 'As the years pass, power of Government becomes more and more pervasive. Those in power,' he said, 'whatever their politics, want only to perpetuate it, and the people are the victims.' Well, the years have passed, and that power is pervasive. Mrs. Armstrong could have buckled to the demands of the Government-she could've abandoned her promise of confidentiality. She could've simply gone home to her family. But to do so, would mean that no source would ever speak to her again, and no source would ever speak to her newspaper again. And then tomorrow when we lock up journalists from other newspapers we'll make those publications irrelevant as well, and thus we'll make the First Amendment irrelevant. And then how will we know if a President has covered up crimes or if an army officer has condoned torture? We as a nation will no longer be able to hold those in power accountable to those whom they have power over-and what then is the nature of Government when it has no fear of accountability? We should shutter at the thought. Imprisoning journalists-that's for other countries, that's for countries who fear their citizens, not countries that cherish and protect them. Some time ago, I began to feel the personal, human pressure on Rachel Armstrong and I told her that I was there to represent her and not her principle. And it was not until I met her that I realized that with great people there's no difference between principle and the person. "

Özetlemek gerekirse, 1972 yılında benzer bir davada yüksek mahkemenin 5'e 4 oy çokluğuyla gazetecilerin, ulusal güvenliği ilgilendiren konularda kaynaklarını açıklamaması durumunda, hapse atılabileceği yönünde karar verdiğini, o zamanki hakimin, yıllar geçtikçe devlet kavramının daha da güçlendiği ve başa gelenlerin hangi siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar, bu gücü daha fazla yaymak ve de daimileştirmek istediklerini ve halkın bunun kurbanı olduğunu söylediğini iletttikten sonra, gerçekten de bunun gerçekleştiğini ve yönetenlerin artık çok daha güçlü olduğunu belirtiyor. Müvekkili eğer kaynağını açıklarsa, artık hiç kimsenin basına güvenmeyeceğini ve konuşmayacağını, bu durumda bir Başkanın suçları ört bas ettiğini veya bir generalin işkenceyi hasır altı ettiğini özgür basın olmaksızın nasıl öğrenebileceğimizi sorguluyor ve vurucu cümleyi söylüyor: Yönetim erkine sahip olanların, kendilerine bu gücü verenlere karşı herhangi bir hesap verme korkusunu taşımadıkları bir durumda devlet kavramının varlığından bahsedebilir miyiz?

İşte filmin konusu her ne kadar birebir Türkiye gerçekleriyle uymasa da, geldiğimiz noktada yaşanan, tam da bu cümlede sorulan sorudur. Türkiye, bugün yaratılan yandaş medyası, sindirilen muhalif medyası ile, 7 senedir iktidarda bulunan hükümete yönelik ciddi bir muhalefeti ortaya koyamamaktadır. Henüz geçenlerde yaşadığımız ve en uyduruk ülkelerde dahi istifalara sebep olacak Sel felaketi sonrasındaki komik açıklamalar, işte tam da bu pervasızlığın ürünüdür. Hesap verme mecburiyetinizin olmadığı, kafanızda Demokles'in kılıcı misali sizi her daim tetikte bekletecek bir muhalif unsurun olmadığı ortamda, yönetenler işte böyle rahat hareket edebilirler.

Türkiye'nin önündeki en büyük sorunlardan biri budur. Geçmişte, en güçlü olduğu dönemlerde, örneğin Turgut Özal, ülkenin en büyük gazetelerinde "Hasbahçe'nin gülleri" gibi yazı dizileri, Turgut nereye koşuyor? gibi kitaplar, hayali ihracaat dosyaları, papatyalık kavramı gibi türlü unsurlarla eleştiriliyor ve kamuoyu baskısı yaratılıyordu. Bugün ise, her şey ama her şey kanıksanmış durumda. Sarışın-konkenci papatyalar yerine, başı kapalı begonyalar var bugün. Ama sistem aynı. Hayali ihracaat yok bugün, TOKİ var, her türlü ihalenin dağıtıldığı. Davulcuya kaçan kızlar değil, gemicikler satın alan evlatlar var.. Ama kamuoyu baskısı sıfır.

İşte Türkiye'nin problemi budur. Bu kadar dokunulmazlık, sonuçta o görevde bulunanları da gayr-i ihtiyarı hataya sürükler ve aslında bizatihi bu durum onların aleyhinedir. Lakin henüz bunu görebildiklerini sanmıyorum.

Türk basınının özgürlüğünü bu kadar kolay kaybetmesinin nedeni, elbette sadece hükümet değil. Medya patronlarının göbekten siyasete bağlı oldukları bir oluşumun bu hale gelmesinde çok da şaşılacak bir şey yok aslında; ama bu da bir başka yazı konusu..
Devamı

Chelsea-Porto Maçındaydım..


Hazır Londra'ya gelmişken maça gitmemek olmazdı. Ajandada en uygun gözüken maç, Şampiyonlar Ligi'nde sağlam bir eşleşmeyi işaret ediyordu: Chelsea-Porto..

Biletleri önceden temin edip, Salı gününü beklemeye başladığımda, maç gününün bu kadar yağmurlu olacağını tahmin etmemiştim. Londra'da yağmur normal diyebilirsiniz, lakin öylesine kuvvetli ve bütün gün yağan bir yağmurdu ki bu, aynı günün akşamı oynanacak Queens Park Rangers-Crystal Palace maçı iptal edilmişti.. Neyse ki, bizim maç için böyle bir durum yoktu. Bunun nedenini stadyumun içine girince anlayacaktım..

Ama önce stadyum dışı izlenimler: Daha önce Arsenal'in Emirates Stadyumunda da maç izlemiştim. Orası ile karşılaştırıldığında, stadyumun dışının oldukça basit kaldığı söylenebilir. Yine de metrodan çıkış sonrası stadyuma giriş, ulaşım daha rahat. Bunda stadyumun kapasitesinin Emirates'in hemen hemen yarısı olmasının da etkisi var sanırım. Stamford Bridge'in dışında en dikkat çeken husus stadyumla birleşik kale arkasında bir otel olması.

Stadın içine girip yerimizi aldığımızda, yukarıda kısaca değindiğim yağmur etkisini azaltan unsura hemen dikkat ettim. Hayatımda gördüğüm en iyi zeminlerden biri vardı karşımda. O kadar yağmura rağmen drenajı muhteşemdi ve ısınmak için oyuncular topla oynarken bunu görebiliyordunuz.

Çimin dışında, stadyum atmosferi de gerçekten güzeldi. Emirates Stadyumu elbette teknoloji harikası, ama yıllardır Ali Sami Yen'in ortasında tek ayak üzerinde maç izlemekten, Stamford Bridge de bana muhteşem geldi elbette..

Kale arkası tribünlerinde asılı olan pankartlardan Chelsea taraftarının kimleri daha çok sevdiğini hemen anlıyorsunuz. Pek de sürpriz değil, ama kaptanları John Terry ve Frank Lampard en çok sevilen isimler. Takım sahaya ısınmaya çıktığında da, sadece bu iki isim, bizim yumruk şova çağırmamız misali tüm tribünlere çağrıldılar. Bu iki ismin dışında, taraftarın sevgilisi olan bir oyuncu daha var ki, o da Joe Cole. Cole oynamamasına rağmen, saha kenarında ısınmaya gittiğinde dahi stadyum yıkılıyor. Bu üç oyuncu dışında özel ilgi gören bir oyuncu yok. Drogba'nın cezalı olduğunu belirteyim.


Maç başladığında görüldü ki, yılların Şampiyonlar Ligi gediklisi Porto kolay lokma olmayacak. Nitekim Chelsea'yi çok zorladılar. İlk yarı Chelsea'nin şuursuz bir baskısı vardı. Bir türlü oyun kuramadılar ve de Drogba'nın yokluğunda, Anelka ve Kalou ikilisinin hedef forvet oynayamamasından ötürü ileride pozisyon bulamadılar. Sürekli Ivanovic'in kanadından, sağdan gelmeye çalıştılar, ancak kanat organizasyonlarında içeride bunları değerlendirecek oyuncuları olmaması ve İvanovic'in dağa taşa giden ortalarıyla bir sonuç alamadılar.

Chelsea'nin bu durağan oyununda, oyunun her iki yönünü de çok iyi oynayan bir orta saha oyuncusunun payı büyüktü Porto'da.. Freddy Guarin. Bu çocuğu not ediniz bir yere. Ben FM-CM vs. hayatımda bir kez olsun oynamadığımdan, adını ilk kez duydum izlediğimde ve çok beğendim. Defansif orta saha oyuncusu olarak kısa zamanda Porto'nun başka takımlara onlarca milyon euroya satacağı yeni isim olacaktır. Henüz 1986 doğumlu. Porto'nun defansif bu iyi oyunu, ilk yarı boyunca bir türlü hücumda etkinliğe dönüşemedi. Bunda Lisandro Lopez'i kaybetmelerinin ve sadece güçten ibaret olup son hamlelerde oyun zekası düşük bir profil çizen Hulk'a kalmalarının etkisi olduğu kadar, Galatasaray, Porto tadında Avrupa arenasında çok büyük takımların bir alt seviyesinde yer alan takımların, büyük takımlara karşı deplasmanda oynadıklarında, nasılsa galip gelemeyiz psikolojisinin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bu o kadar net belli oluyor ki sahada, hücumda çok rahat çoğalabilecekken, skoru koruma kaygısıyla çıkmayıp, mutlak gol pozisyonlarının oluşmasına engel oluyorlar örneğin.

Bu şekilde geçen ilk yarı sonrası, Chelsea'nin yoğun yağmur altında ilk 15 dakika gol bulamazsa çok zorlanacağı aşikardı. Lakin Anelka daha ikinci yarının başında, Kalou'nun ara pasında kaleciyle karşı karşıya kalıp, kaleciye nişanladıktan sonra, dönen topta, çok daha zor pozisyonda çarprazdan topu ağlara gönderince Chelsea rahatladı ve maçın geri kalan kısmını kendi sahasında kabul etti.. Bu süreçte, Porto Chelsea'nin maç boyu yakaladıklarından çok daha net pozisyonlar yakaladı. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, düzgün bir forvetlerinin olmaması nedeniyle golü bulamadılar.

Chelsea'de maçın adamı denebilecek bir oyuncu ortaya çıkmadı. Lampard, Ballack, Essien çok vasat oynadılar. Porto'nun baskı dakikalarındaki performanslarıyla Terry-Carvalho ikilisi ve attığı golle Anelka ön plana çıkarılabilir.

Porto'da ise maçın adamı tartışmasız Guarin idi.

Maçın içinden tekrar tribünlere dönersek, tribünlerde arada kalmış bir seyirci topluluğu gördüm ve çok üzüldüm bu hallerine İngilizlerin.. Hepimizin bildiği gibi tribünlerde ısrarlı bir şekilde ayakta durmak yasak.. Hem o şekilde sürekli oturmak zorunda olmak, hem o eski coşkulu günlerin uzağında olmak öylesine etkilemiş ki İngilizleri; memnun gibi duruyorlar, ancak en ufak bir tezahürat patladığında en mülayim gözükeni bile hemen ayağa fırlayıp bağırmak istiyor, lakin kısa bir süre içinde oturmak zorunda olmanın bilinciyle kös kös kala kalıyor.. Çok acıklı bir durum. Doğru düzgün tezahüratları da yok zaten.. Chelsea Chelsea diye bağırmak ve bir de Porto biraz sertleştiğinde şunu söylemek:

Carefree, wherever we may be
We are the famous CFC
And we don't give a fuck
Whoever you may be
'Cos we are the famous CFC


Velhasıl-ı kelam, tribün açısından sınıfta kaldı Chelsea seyircisi. Sadece onlar mı? Elbette hayır. Bir diğer sınıfta kalan da Porto seyircisi idi. Hemen hiç sesleri duyulmadı.. Ki bunu, Portekiz'de oynadığımız maçlardaki sessiz sakin tribünlerden de biliyoruz..

Maç sonunda, metroya binlerin akması, adım adım yürünmesi, ancak buna rağmen hiç bir izdiham olmaksızın, herkesin sırasıyla metrosuna binmesi, elbette sistem önemli, ama insan kalitesi daha önemli cümlesini akla getiriyor. Yarın bir gün, Seyrantepe'ye Metro geldiğinde ve onbinler oraya aktığında, ne rezilliklerle karşılaşacağız kim bilir..

Bundan sonraki durak umarım El Classico olacak. Eğer olur da bilet bulabilirsem, daha iştahlı bir anlatımı Barcelona-Real Madrid maçına bekleyiniz efendim.. :)

Not: Resimler kendi çekimimdir..
Devamı

Londra'dan Futbol Notları..

Cumartesi gününden beri tatil için Londra'dayım. Beşinci kez geldiğim bu şehirde artık elimde fotoğraf makinası dahi taşımıyorum diyeyim de, ne kadar turistlikten uzaklaştığım anlaşılsın. Şehrin kültürel atmosferi, dünya başkenti edasındaki her milletten insanı barındırır havası ve tabii ki spora olan tutkusu beni çeken özellikleri..Madem genelde spor yazıyoruz; öyle devam edelim notlarda da şimdilik..

İngiltere kadar Dünya Kupası'nı kazanmak isteyen bir ülke daha yoktur sanıyorum. 2006 Dünya Kupası'ndan 1 hafta önce yine Londra'daydım. Şehirde gördüklerim beni çok şaşırtmıştı. Dünya Kupası belki Almanya'daydı; lakin sanki İngiltere'deymişcesine hazırlanmıştı İngilizler.. Her yerde bayraklar, hemen tüm arabalarda flamalar; tüm mağazalarda Dünya Kupası ile ilgili reklamlar.. Şehir ve insanlar tamamen Dünya Kupası'na kitlenmişti.. Hele ki altın jenerasyonlarından kupayı ülkeye getirmelerini beklerken.. Sonrası bildiğimiz gibi hayalkırıklığı idi yine 1966'dan beri olduğu gibi.. Ama o gördüğüm atmosfer, 2008 Avrupa Şampiyona'sına katılamaladıklarında Ekonomi sayfalarında okuduğumuz, "İngiltere'nin elenmesinin ekonomik bilançosu bilmem kaç yüz milyon pound" şeklindeki haberleri daha kolay algılamamı ve kabul etmemi beraberinde getiriyordu.. Çünkü resmen tüm İngiliz ekonomisi, Dünya Kupası ile nefes alıyordu..

2008'deki büyük başarısızlık sonrası, Fabio Capello'yu başlarına getirerek, büyük bir adım attılar.. Capello şu ana dek bütün doğruları yapmış gözüküyor. Takım içi disiplini sağladı; (örneğin: WAG'ler (Wives and girlfriends) eskisi gibi kamplarda fink atamayacak; sadece haftada bir eşlerini/sevgililerini görme şansları olacak; başka bir örnek: oyuncuların odaları dışında iPod dahi dinlemeleri yasak.) hakeden oyuncuları kadroya aldı, Lampard-Gerrard ikilisi yaratmak yerine, orta sahada Lampard, ileride Rooney'i destekleyen Gerrard şeklinde bu iki maestroya farklı görevler yükledi; oyuncuların saygısını kazandı, taktik anlamda da takım için fikir üretmelerini sağladı.. Bugün Dünya Kupası elemelerinde 8'de 8 yapmış ve şimdiden Kupa'daki rakiplerini bekleyen bir İngiltere var Capello sayesinde..

ve elbette.. Bu resim karşısında şimdiden gaza gelmiş bir Medya.. İngiliz medyası şimdiden Dünya Kupası'nın en büyük favorisi olarak kendilerini görmeye başlamış durumda.. Belki de İngiltere'nin önündeki en büyük engel onları şimdiden havaya sokan bu medyası olacak.. 2010'a daha çok var, ama İngiltere bu büyük hocası ve bu jenerasyonun belki de son zamanında yine kazanamazsa bu kupayı; bir daha çok zor kazanır..

Şimdi gelelim kısa kısa bazı başka notlara:

* Dünya Kupası'ndan söz açılmışken, Güney Afrika'daki bilet fiyatlarına değinmekte fayda var. Takıma özel biletler satıyor FIFA. (Team Specific Tickets=TST) Örneğin, İngiltere'nin grup maçları kombinasyonu TST3 olarak adlandırılıyor ve 160 pound. TST7 ise İngiltere finale kadar giderse veya kim İngiltere'yi elerse, eleyenlerin finale kadar gitme kombinasyon
larındaki 7 maç. Bunun ederi ise 1680 pound.

* İngiltere futbolunda haftanın olayı elbette Adebayor. Adebayor'un büyük ceza alması kesinden de öte. Zira yaptığı hareketlerle, takımlar arası düşmanlığı fitilleyen bu futbolcu, West Ham - Millwall maçı sonrasında, 70'ler ve 80'lere dönülmesi korkusunu ateşlemiş durumda. Ciddi bir ders vermeyi planlıyor FA. Adebayor kendisini duygularına hakim olamamakla savunurken, Arsene Wenger O'na Arsenal'de asla kötü davranmadıklarını, Metz'de oynamazken aldıklarını ve O'nu şu anda bulunduğu yere getirdiklerini söylüyor. Kimse boş yere birine öfke duymaz mutlaka diyelim, yine de Adebayor'u kınayalım. Yaptığı koşunun, Lucescu'lu şampiyonluk senesi, 2002 yılında Samsun'da Radu Niculescu'nun attığı gol sonrası yaptığı koşuya benzediğini de belirteyim. Gerçi Radu Galatasaraylı taraftarlara koşmuştu.

* Adebayor'un muhtemel cezası, Robinho, Tevez ve Santa Cruz'un sakatlıkları sonrası, City'nin Manchester derbisine forvetsiz çıkma ihtimali söz konusu..

United demişken, Tottenham deplasmanında aldıkları galibiyetin, Hotspur karşısındaki namağlupluk zincirlerini 20 maça çıkardığını belirtelim. Hotspur evinde United'i en son 2001'de yenmiş. Yazık diyelim.. Bu maçta atılan Scholes'un pozisyonu için Alex Ferguson, Scholes sadece adı Scholes olduğu için atıldı deyip maçın hakemini yerden yere vurdu yine.. Hep dediğim gibi, yok İngiliz futbolunda hiç hakeme bir şey deniyor mu hocam? filan geyikleri yalan.. En beteri her zaman burda..

* Chelsea, Galatasaray ve Fenerbahçe gibi kayıpsız başlangıç yaptı.. Bunu Premier League (1992 sonrası) tarihinde üç takım başarmış daha önce: 1994- Newcastle United, 2004-Arsenal ve 2005-Chelsea..Bu üç takımdan sezon sonunda şampiyonluğa ulaşan tek takım Chelsea olmuş.. Newcastle sezonu 6.; Arsenal ise ikinci tamamlamışlar..

* Bir başka not, Liverpool'un yaptığı büyük sponsorluk anlaşması ile ilgili.. Liverpool tam 17 senedir Carlsberg reklamını taşıyordu göğsünde.. Bu sene sonunda artık Standard Chartered adında bir yatırım bankasının reklamını taşımaya başlayacaklar. Sözkonusu banka bir İngiliz bankası olmasına rağmen, ana marketleri Asya, Afrika ve Orta Doğu imiş. Dolayısıyla her iki firmanın da (Liverpool ve SC) hedefledikleri pazarlar ortak denebilir. Rakam olarak 4 senelik 80 milyon pounddan bahsediliyor. Carlsberg'den 7.2 milyon pound alıyorlarken, nerdeyse iki katından fazlaya taşımışlar anlamına geliyor bu durum.

* Yarın Şampiyonlar Ligi'nde Chelsea-Porto maçında Stamford Bridge'de olacağım bir aksilik olmazsa.. Ordan izlenimlerimi ayrıca aktaracağım..
Devamı

Zico Beşiktaş'a?

Mustafa Denizli'nin suyunun ısındığı bir gerçek. Medyanın hiç bir zaman sevmediği bir insan olan Mustafa Denizli, sezona bu kötü başlangıçtan sonra, muhtemel Şampiyon Ligi başarısızlığı ile birlikte Beşiktaş'tan ayrılır veya gönderilir. Bunu görmek için kahin olmaya gerek yok.

Asıl Beşiktaş'ın başına kimin geleceği soru işareti. Bu haftaya kadar Demirören ne yapar eder, Lucescu'ya açık çekle getirmeye çalışır diyordum. Lakin, bu hafta içi, ilginç bir gelişme oldu. Zico CSKA Moskova'dan kovuldu. Tam bir Demirören transferi olarak, Zico, Lucescu ve Daum'dan sonra son senelerde büyükler arasında takım değiştiren hocalar kervanına katılabilir.

Beşiktaş'ın Brezilyalıları rahat eder; daha çok Brezilyalı gelir.. Beşiktaş taraftarı da yine Fener'in eskisine kaldık diye çıldırır.
Devamı

Leo Franco'nun ve de Orkun'un Adamlığı

Sıcağı sıcağına bir yorum: Maç bitti, Leo Franco iyi oynadığı maç sonrası GS TV'de canlı yayında.. Çeşitli sorulardan sonra, konu Ufuk Ceylan'a geldi. Rakibi genç kaleciyi övdükten sonra, soru gelmeksizin, şunları söyledi Leo Franco:

"Ufuk demişken, ben Orkun'dan bahsetmek istiyorum. Orkun bana ilk geldigimden itibaren çok yardımcı oldu. Çok müstesna bir kisilige sahip olduğunu düşünüyorum. O'nun bana yardımını hic unutmayacagım. Kendisine yapmak istediklerini gerceklestirmesi konusunda sonsuz basarılar diliyorum".

Orkun'un kişiliği hakkında neler düşündüğümü daha önce yazmıştım. Kendisini kaleye geçme konusunda geriye iten rakibine bu davranışı, ne kadar haklı olduğumu gösteriyor, diğer yanda "Buffon, Cech geldi mi de ben yedek kalacağım?" diyen Aykut varken.. Bu anlamda Orkun'un gidişine bir kez daha buruldum. Lakin en az O'nun kadar kaliteli bir kişiliğe sahip olduğu izlenimi veren Leo Franco ile de sevindim. Umarım her ikisi de başarılı bir sezon geçirirler..
Devamı

Hele bir sor ki niye?

Erkek güzeli Sefil Bilo filminin meşhur repliğidir. Şener Şen her seferinde dolandırdığı, aldattığı, perişan ettiği Bilo'yu, o sinirli bir şekilde yakasına yapıştığında, yaptım ama niye yaptım, hele bir sor ki niye cümlesiyle yatıştırır, sonrasında da yine ikna eder..

Bizim Başbakanımızın durumunu da buna benzetiyorum.. Her felaketten sonra, oldu, oldu ama hele bir sor ki niye oldu kıvamında cevaplarıyla kamuoyunu uyutuyor ve gelen bir kaç cılız tepkiden sonra, her şey unutuluyor.. Oylar yüzde 40'larda seyretmeye devam ediyor..

15 senedir, Refah Partisi - Fazilet Partisi - AKP çizgisinde yönetilen bir şehrin, 15 sene önce Belediye Başkanlığını yaptığın bir şehrin, o zamanlar da var olan bir sorunu, bugün 30 can alıyorsa, dünyanın hiç bir yerinde hiç bir sorumlu görevde kalamaz..

Ama bizde her şey takdir-i ilahi..

Kötü olan, bu şekilde bir kamuoyu baskısının da oluşmamış olması.. Başbakan yine gereğini yapmaz; ama kamuoyu bastırır.. Maalesef bu resim de ortada yok.

Bakalım.. Bir gün Sefil Bilo'nun da filmin sonunda aklının başına geldiği gibi bu millet de gerçekleri görecek, ama ne zaman?
Devamı

Neden unutuyoruz? Neden Hurma'yı muhatap alıyoruz?

Açıklama 12 Mayıs 2008'den..

Süleyman Hurma hazretleri buyurmuş:

"Hurma, Gökhan Ünal ile yaptıkları görüşmelerin sürdüğünü de belirterek ''Gökhan Ünal, takımda kalıp kalmayacağına henüz net olarak karar vermedi. Kendisi isterse kalır, başımızın tacıdır. Galatasaray, sezon başında Gökhan Ünal ve Mehmet Topuz'u almak için sayısız girişimlerde bulundu. Biz satmayacağımızı söyledik. Buna rağmen Galatasaray ısrarcı oldu, gerçek olmayan haberler basında yer aldı. Bu girişimler sonucu futbolcumuzun motivasyonu bozuldu. Ligin ikinci yarısında Gökhan beklenen performansı gösteremedi. Bunun tek sorumlusu Galatasaraydır. Gökhan Ünal'ı satmayacağımız tek kulüp Galatasaraydır. Gökhan Ünal'ı herkes alabilir ama Galatasaray alamaz.'' "

Bunu söyleyen bir adam, benim nazarımda onlarca yıl geçse dahi değil Galatasaray'dan oyuncu istemek, kapısının önünden dahi geçemez.

Ancak hep şikayet ettiğim üzere, kurumsal hafızamız oldukça zayıf klüp olarak. Bunu söyleyen adamı, muhatap kabul edip, bir futbolcumuzu Kayserispor'a kiralıyoruz. Bana göre karşılığında 10 milyon Euro dahi alsak, son senelerdeki tavırları ve en son maçtan sonra yaptıkları açıklamalarla da Galatasaray düşmanlığı tescillenmiş Süleyman Hurma ve Recep Mamur'un görevde olduğu bir klübe, bir oyuncumuzu vermemeliydik.

Alparslan'a başarılar diliyorum; umarım Hurma'dan cinlikleri kapıp dönmez.
Devamı