Futbol Tanrısı Mourinho

Inter'den nefret ederim. Bunda küçük bir çocukken bana futbolu sevdiren iki takımdan birinin tek aşkım Galatasaray'la beraber, Gullit-van Basten ve Rijkaard'lı Sacchi'nin Milan'ınının olması kadar, 2001 yılında Bosman kurallarından faydalanıp Emre B. ve Okan'ı ayartıp hem bizi büyük gelirden mahrum bırakan, hem de üst üste 5. şampiyonluğumuzu engelleyen takım olmalarının payı büyüktür.

Mourinho'yu ise 22-23 senedir izlediğim tüm Teknik Adamlar içinde en ön sırada severim. Herkesin aksine iddialı kişiliğini, zaman zaman terbiyesizlik seviyesine varan küstahlıklarına dahi bayılırım. Çünkü teknik adamın işinin sadece 90 dakika içinde 3 değişiklik yapmaktan ibaret olmadığını, bir maçın, bir sezonun hikayesinin çoğunlukla teknik direktörlerin oyuncu grubunu, medyayı, hakemleri, rakip takımları ve tüm unsurların psikolojisini nasıl yönettiği ile şekillendiğini düşünürüm. İşte Mourinho muhteşem bir taktisyen olmasının ötesinde, oyunun tüm yönlerini layıkıyla oynayan bir liderdir.

İşte bu karmaşık hislerimle izlemeye başladığım müsabakada, Inter'in muhteşem savunma oyununu gördükçe her dakika Mourinho'nun başarması için heyecanlanmaya başladım. Öylesine bir alan savunması yaptı ki Inter, eğer benim gibi futbolun sadece gol atılınca, pozisyon bulununca zevkli olduğunu düşünenlerden değilseniz, eğer iyi yapılan savunmadan da, en az güzel atılmış bir gol kadar zevk alıyorsanız, mest olmamanız mümkün değildi. Tüm Inter 11'i, adeta Camp Nou'nun her bir metrekare çiminde her adımda ne yapacağını ezberlemiş hissi uyandırarak oyunun gelişim yönüne göre blok halinde hareket ediyor ve Barcelona oyuncularına boş alan bırakmıyordu.

İşte bu resimde, Barcelona'nın sene başında yaptığı İbrahimoviç tercihinin, hele ki tek forvet olarak oynayacaksa, ne kadar doğru olduğunu sorgulamaya başladım. İbrahimoviç olağanüstü bir yetenek, ancak bana göre tüm heybetli fiziğine rağmen, en uç santrafor tipi değil. Genelde kendini dışa atan, daha çok en uçtaki forveti destekleyen forvet tipi olarak başarılı olabilecek bir oyuncu. Samuel ve Lucio duvarına çarptıkça, kendini geriye doğru atmaya başladı, bu şekilde belki de kanatlardan Pedro ve Messi'yi kaçıracaklardı, ancak bunda da son derece güçlü kademe sezgileriyle Maicon ve Zanetti duvarlarına çarptılar. Geriden bekler Milito ve Dani Alves'in beklenen katkısı ise bir türlü gelmedi, gelemedi. Zira onları çıkarmayan Milito ve Eto'o insanüstü mücadele ediyorlardı. Dani Alves'in bu anlamda maç boyu tek katkısı 10. dakikada Motta'ya gösterttiği ilk sarı kartı oldu.

Dakikalar 28'i gösterdiğinde ise Inter'lileri sıkıntıya sokan an gerçekleşti. Bu an tüm Türk futbol seyircisine - Fenerbahçeliler hariç, onlar da iyi yapıyorlar bunu- bir tribün nasıl bir hakeme bir kararı aldırır dersini verdi. Barcelona tribünleri belki Galatasaray seyircisi gibi seeeen var ya seeeen şarkısı söylemiyorlardı ama, Motta'nın Busquets'e çarpan eline öylesine gök gürültüsü gibi toplu tepki verdiler ki, hakemin elinin eşyanın tabiatı gereği kırmızı kartına gittiğini söylemeye gerek yok. Bence o anda o kararı veremeyecek hakem yok gibidir. İşte bu andan itibaren, aklıma hemen Lucescu'nun sözleri geldi. Lucescu rakibi 10 kişi kaldığında çok korkardı her zaman ve eğer rakip iyi savunma yapan bir takımsa, 10 kişi kalması sanıldığının aksine 11 kişiyle oynayan takıma avantaj sağlamaz, aksine 10 kişilik takım daha bir ciddiyetle savunma futboluna sarılır derdi. İşte bu sözleri Inter'le birleştirince, o dakikadan itibaren Barcelona için her şeyin çok daha zor olmasını bekliyordum. Nitekim maçın geri kalanı da öyle devam etti..

Belki de ilk yarının kırılma anı denilebilecek tek pozisyon Messi'nin klasik sağdan sola deplase olurken köşeye çıkardığı sert şutta, bana göre şu anda dünyanın en iyi kalecisi olan Julio Cesar'ın yaptığı muhteşem kurtarıştı. Barcelona'yı girdiği derin bunalımdan ancak böylesine bir gol çıkarabilirdi, ama defansının nadir boş bulunduğu anda, Cesar ön plana çıktı, tıpkı böyle savunma yapan her takımın iyi bir kalecisinin de olması gerektiği gibi..

Aynı Cesar 34. dakikada zaman geçirmekten sarı kart gördü. Bu da Türk futbolseverleri şaşırtmıştır sanırım. Zira bizde biliyorsunuz, hakemler tüm maçtan 6-7 dakika çalan Ömer Çatkıç, Serdar, Hasagiç gibi kalecilere ancak 90.dakikada sarı kart gösterirler. O gösterdikleri anda da zamanı yemiş olurlar ve aslında o kalecilerin ekmeğine yağ sürerler, ama nerde onlarda bunu ölçebilecek akıl!

Her neyse, tekrar maça dönecek olursak, ilk yarıda Milito'nun sol bekteki performansından memnun kalmayan Guardiola beklenen hamleyi yaparak Maxwell'i oyuna aldı. Ancak bu da kanat akınlarında fayda sağlamayacaktı. 63. dakikada iki değişiklik daha yaptı Guardiola. İbrahimoviç ve Busquets'in yerine, Bojan ve Jeffren girdi.

Maxwell-Bojan-Jeffren..

İşte aslında bu 3 değişiklik, benim 3-4 senedir Barcelona hakkında söylediğimi en güzel özetleyen isimler. Barcelona o kadar güzel futboluna rağmen, bir türlü o parasının, büyüklüğünün hakkını verecek geniş kadroya sahip olmayan bir takım. Şu 3 oyuncuyu siz nasıl bilirsiniz bilmem ama ben açıkçası Galatasaray'da istemem. Böylesine bir kadro derinliğiniz varsa - kabul Puyol ve Iniesta sakat- bana kalırsa son senelerdeki bu yoğun trafikteki bu başarılarınız, zaten mucizedir ve bir yerde takılınır, kalınır.

Maç bu değişiklerden sonra da aynı şekilde devam etti. Görüntüde Barcelona Inter'i tek kaleye hapsetmiş, ancak aslında Inter Barcelona'yı kelepçelemiş.. Nasıl görmek isterseniz.. Taa ki, Mourinho'nun bu maçta yaptığı belki de tek hataya kadar. Milito'yu alıp, Cordoba'yı soktu Mourinho 81. dakikada. Bunca yıldır futbol izlerim, eğer iyi iş çıkaran savunmanıza, son dakikalarda bir tane daha savunmacı ekliyorsanız, mutlaka oyuncuların kafasını karıştırıyorsunuz. Kim nerde duracağını tam bilemiyor ve mutlaka hata geliyor. Nitekim hemen değişiklik sonrası Bojan'ın kaçırdığı yüzde yüz gol ve 2 dakika sonrasında Pique ile gelen gol bunun ispatı. Ama ne gol.. Ofsayt şüpheleri için, bakınız Piero. Goldeki çalım ve zeka için ise nereye bakarsınız bilmem, ama gördüğüm en muhteşem gol öncesi çalımlarından biriydi Pique'nin attığı.

Sonrasındaki uzatmalarla birlikte 10 dakika ise, yine Barcelona seyircisinin dersiydi Türk taraftarlara.. Laylayı bırakıp, 10 dakika boyunca nasıl takım itilir rakip kaleye, ilmik gibi okudu Barcelona taraftarı.. Inter'in bacakları titremeye başlamıştı ve hatta 10 dakika içinde Xavi'nin, Messi'nin şutları ve sayılmayan son dakika golüyle (çok tartışılabilir..) tüm maç boyu vermedikleri kadar tehlike yaşadılar..


Ve sonunda.. son düdük.. ve Mourinho'nun sevinci.. Sonuna kadar hakedilmiştir. Sonuna kadar karakteristiktir, sonuna kadar Mourinho'dur.. Buna kızanlar, Guardiola geçen sene Stamford Bridge'de Iniesta'nın golünden sonra 70 metre depar atıp kendini yere attığında ne diyorlardı? Ne sevimli adam (!) değil mi?

İşte futbol böyledir. Geçen sene Chelsea'nin birden fazla penaltısı verilmeyip Barcelona finale çıkarken, her şey yolundaydı, ama şimdi, suçlu ilk maçtaki hakemler olur hemen..

Ayrıca, o hep örnek gösterilen centilmen Avrupalıları da bir kez daha kaybederken gördük. Maç içerisinde Sneijder sakatken topu dışarı atmayıp hücum yapan Barcelona, maç sonunda Inter'liler sevinmesin diye su fiskiyelerini açan Barcelona, aslında insanoğlunun özünde hiçbir yerde farklı olmadığını, sadece "oynadığını" gösteriyor bizlere..

Bu muhteşem maç için bir kez daha teşekkür ederim her iki takıma da.. Mourinho'ya da sonsuz tebrikler..

Final maçında mı? Inter nefretim o kadar fazla ki, muhtemelen yine Bayern'i tutarak başlayacağım, maç içerisinde Mourinho beni futbol taktiği sarhoşu yapıp da döndürene kadar..!
Devamı

Acıma Duygusu

Şu an Galatasaray-Bursaspor maçının devre arasında Chelsea-Stoke City maçına dönmüş durumdayım. İlk yarısını 3-0 bıraktığım maçta, Chelsea açtığımda 6-0 öndeydi.. Sonrasında Malouda ile bir gol daha buldular ve maç 7-0 oldu..

Henüz bir kaç hafta önce Martin O'Neill'ın Aston Villa'sı gibi bir takıma 7 gol atan Chelsea'nin yine ligin orta sıra takımlarından biri olan "Tuncay'lı Stoke City'e" 7 gol atması şaşırtıcı değil. Eğer bu sene gerçekten bana göre Barcelona'dan vs. sonra Dünyanın en iyi futbol oynayan bir kaç takımından biri olan Chelsea şampiyon olamayıp da, uyuz futboluyla Manchester United bunu başarırsa, futbolun adaletine yönelik söylemlerimiz güçlenecek.

Ancak benim konum bu değil. Benim konum, Chelsea'nin maç 7-0'ken, 90. dakikada hala aynı şevk ve istekle 8. golü aramasını görmem. Diğer tüm Türk takımlarından vazgeçtim, Galatasaray'ı gözünüzün önüne getirin. Senelerdir, Galatasaray'ın herhangi bir rakibine karşı bu tarz bir fark için mücadele ettiğini gördünüz mü?

İşte ben bu durumun başındaki en büyük etmenlerden biri olarak, Türk Futbolcularındaki acıma duygusunu görüyorum. Elbette, Türk futbolunda, oynamaktan ziyade oynatmamaya yönelik, "iyi oynayamazsın belki ama kötü mücadele edemezsin" mottosuyla şişirilmiş kazmaların el üstünde tutulduğu bir ortamda, bu tarz farklı skorların çokça görülmesini beklemek hayalcilik olur. Ancak yine de, benzer bir ortamda farzedin ki, Galatasaray 6-0 önde olsun; 7. golü atmak için aynı hevesi gösterir mi, yoksa oyunu, rakip arkadaşları rencide etmeyelim diye düşünerek rölantiye mi alır?

Daha bir kaç hafta önce benzer örneğini Diyarbakırspor maçında görmedik mi? Ahı gitmiş, vahı kalmış Diyarbakır karşısında 50. dakikalarda 4-0 öne geçen Galatasaray sonraki 30 dakika boyunca top dolaştırıp bir de golü ağlarında görmedi mi kalan sürede? Bunda Diyarbakırlı oyuncular zaten düştü, daha fazla üzerlerine gitmeyelim bilinç altı kaygısı yok muydu hiç?

Bilmiyorum, belki de yanılıyorum. Belki de sorun, senelerdir o dakikalarda tekrar tekrar gol arayacak fizik gücüne sahip olmamamızdır. Lakin, her sene mi böyleydi? Galatasaray şampiyon olduğu senelerde dahi sürekli farka gidecek maçları rölantiye çevirdi senelerdir. İşte ben bunda bir numaralı gerekçe olarak, "düşene biz de vurmayalım"anlayışını Galatasaray'da hakim kılan futbolcuları görüyorum.

Not: Bu yazı senelerdir 7 gol attığımızı görmemenin acısıyla yazılmıştır.
Devamı

Bravo Daum

Futbolun psikolojisini çok iyi bilen, Türk insanının özelliklerini çok iyi çözmüş olan, kah Atatürk'e övgüler düzüp, kah oynattığı dudaklarıyla İstiklal Marşı'nı söylemece yapıp senelerdir ülke halkına şirin gözükmeye çalışan, derbiler öncesi deplasmanda oynayacaksa centilmenlik mesajları veren, kendi sahasında oynuyorsa oyuncularına gerginliği arttırmak için her türlü direktifi veren Christoph Daum haftalar önce kendisinden hiç beklenmeyecek kritik bir hata yapmıştı.

Galatasaray maçı sonrası, Yılmaz Vural'a laf atmış ve Vural'ın kendisine yönelik bilenmesine zemin hazırlamıştı. Unuttuğu bir şey vardı ki, Fenerbahçe şampiyonluk yolunda en kritik maçlarından birini 31. haftada o Vural'ın takımı Kasımpaşa'ya karşı oynayacaktı.

İşte bunun hemen farkına varan Daum'un, yaklaşık 2 haftadır, aracılar vasıtasıyla Yılmaz Vural'ın gönlünü almaya çalıştığı haberleri basına düştü. Bu çabalar sonuç getirdi ve Daum'a karşı kendini kanıtlama çabasındansa, klasik Türk insanı olarak hemen yelkenleri suya indiren Yılmaz Vural figürüyle, helva gibi bir Kasımpaşa sahada yer aldı.

İşte Yılmaz Vural, sen bu akıl oyunlarını oynayamadığın için hiçbir zaman büyük takımların başına geçemeyeceksin. O maç öncesi, ben çok centilmenim, önemsemiyorum Daum'la yaşadıklarımı pozu verip defalarca öptüğün Daum, şimdi içinden "nasıl da kandırdım aptal Türk'ü" diye geçiriyordur..

Kasımpaşa'ya 600 bin lira verilip alınan biletler.. Maç öncesi düşürülen tansiyon.. Maça atanması sağlanan Galatasaray maçında son dakikada Dos Santos'a penaltıyı çalmayan, bu hafta da UEFA Yarı finalinde düdük çalacağı için yıpranmaktan kaçınan Cüneyt Çakır.. Bunların hepsi, şampiyonluk yolunda bir yönetimin yapması gerekenlerdir.. İşte bu yüzden, şampiyonluk ekip işidir. Sadece futbolcularla kazanılmaz.
Devamı

Hayat öyledir ki; iki gün sonra mecburiyetten güldürür insanı..

Cumartesi günü, Arda Turan, Manisa'da Egeli Galatasaraylılar kendisini çağırıp bağrına basmak istediklerinde yanlarına gitmedi. Bu dünyayı ben yarattım havasında, Kurtlar Vadisi gençlerinden biri görüntüsüyle suratını asıp durdu. Maç boyu kendi asistiyle atılan gole dahi gülmedi. Kendince, kendisini çok da haklı bir biçimde protesto eden Galatasaray taraftarına ceza kesiyordu.

O asık suratıyla milyonların içini sıkan Arda, işte bu akşam kameralara gülmek zorunda kaldı. Çünkü bu sefer hatayı kendisi yapmıştı; hem de ne hata.. Kaptanı olduğu bir takımda, bir arkadaşını yumruklamış, ağzından kan getirmişti. Medyanın ve taraftarın, bu hassas günlerde üzerine daha da fazla geleceği belliydi.. O zaman o gün milyonlarca taraftara gülmeyen o yüz, hemen sahte bir gülümsemeyle kaplanmalı ve medyaya "biz arkadaşız, bunlar da her antrenmanda olabilecek hadiseler.." mesajı verilmeliydi.. Zira ne de olsa son dönemlerin raconu buydu; Arda Turan'ın kişisel moduna göre Galatasaray gündemi belirleniyordu. O artık bir futbolcudan, bir kaptandan çok ötesiydi..

Öyle ki, Tam Saha dergisine bu ay başında verdiği röportajda, bugün yumrukladığı, kendisiyle hemen hemen aynı yaştaki Caner arkadaşı hakkında şöyle diyordu:

"Caner'i sol bek oynatamıyoruz. Bu kadar müthiş bir sol ayağı sol bek oynatamıyoruz. Neden? Çünkü bilgi eksikliği var. Caner'in nasıl bir kumaşı var biliyor musunuz? Topa nasıl vuruyor biliyor musunuz? Her topa vurduğunda 5 dakika onu seyrediyorum. Ama nasıl oynayacağını bilememek gibi bir sorunu var. Bunu en başta da kendim için söylüyorum. Bu konuda Ayhan Akman çok iyi bir örnektir."

Kim bilir, belki de gerginliğin temeli, kendime de çuvaldızı batırıyorum derken, kiralık statüsünde olup, Galatasaray'da kalmaya çalışan bir gencin istikbaline etki edebilecek olan "nasıl oynayacağını bilememek" ithamının yer aldığı bu röportajla atılmıştır.

İşte, henüz hiçbir şey kanıtlamamış ve bu camiaya elle tutulur bir şey kazandırmaksızın, yani büyüğünüzün, küçüğünüzün tam saygısını kazanmaksızın bir büyük takıma Kaptan yapılır ve hemen herkes hakkında istediğinizi söyleyebileceğinizi (Milli takımın başında yerli hoca isterim; bence sol kanatta Kewell değil de ben oynamalıyım; bu saatten sonra 2. kaptanlığı takmam.. gibi) düşünürseniz bir gün başınıza bu zoraki gülümseme anları gelir.

Siz herkes hakkında fikrinizi beyan edebilirsiniz; ama taraftar sizi odak noktasını kaybetmiş olmakla suçlayamaz.. Değil mi?

Peki..
Devamı

Biraz empati Alex

Fenerbahçe tarihinin bana göre şimdiden en büyük 5 futbolcusundan biri olmayı garantilemiş Kaptan Alex, haftasonundaki derbinin yine kilidini çözen isimdi. Senelerdir tartışılmasına rağmen, benim büyük saygıyla izlediğim, efektif futboluna, futbol zekasına, futbolu basit oynamasına, son vuruşlarına hayran kaldığım Alex'in iddia edildiği gibi centilmen bir isim olmadığına çeşitli yazılarımda değinmiştim.

Ancak Alex'in iyi bir insan olmadığına yönelik bir düşüncem yoktu. Hala da yok; ama yukarıdaki fotoğrafı bir maçta daha tekrarlarsa, bu maça yönelik olarak değerlendirdiğim empati eksikliğinden, bir adım öteye gidip, Alex'in iyi niyetini de sorgulayacağım..

Neden mi?

Hemen açıklayayım.. Hafta içinde Fenerbahçe'nin ikinci Kaptanı Semih Şentürk'ün eşi, 4 aylık ikizlerini düşürdü. Bu vesileyle bir kez daha başları sağolsun, eşine de geçmiş olsun dileyeyim. İşte henüz bu acı tazeyken, Semih sakallarını dahi kesmemişken üzüntüden, takım Kaptanının golünü, hamile olan eşinin karnındaki bebeğe ithafen gidip topu karnına sokarak kutlaması, en basit anlatımıyla empati eksikliğidir. Açıkçası hengame içinde farkedilmemiş olabilir; ancak bu manada biraz daha dirayetli davranmak, bence arkadaşlık anlamında çok önemlidir..

Bu yüzden, büyük futbolcu Alex'in, büyük Kaptan da olma yolunda biraz daha empati yapması gerektiğini düşünüyorum..Semih'e de bir kez daha başsağlığı diliyorum..
Devamı

Türk Futbolunda Terörizmin bir başka zafer gecesi

Fenerbahçe'yi tebrik ediyorum. Hani, Türkiye'de ne zaman bir anket yapılsa, en çok nefret edilen takım kim sorusunun açık ara birincisi oluyorlar ya, işte onun gerekçesini sadece bir 90 dakikada yine cümle aleme kanıtladılar.

Fenerbahçe'nin son 10 yıldaki derbi başarılarının stratejisi oldukça basit:

  1. Kendi evindeki maçlara, mutlaka taraftar baskısından kolaylıkla etkilenen bir hakem atanmasını sağla. Taraftar baskısından kolay etkilenmeyen bir Türk hakemi pek bulunmadığı için en kolay yerine getirdikleri madde bu.
  2. Kendi evindeki maçlar öncesi, ortamı elindeki tüm imkanlarla olabildiğince ger. Taraftarını bile; öyle ki, örneğin maçta rakip takımın anasını ağlatan bir hakem, sadece taç kararını Fenerbahçe aleyhine verdiğinde, stadyum tepkiden salya sümük inlesin.
  3. Buna karşılık, deplasmandaki maçlar öncesi, mutlaka centilmenlik çağrıları yapıp, tansiyonu düşür. Kah sinsi agresif, yalancı centilmen kaptanın Alex yapsın bu açıklamaları, kah bir yöneticin, kah teknik direktörün..
  4. Kendi evindeki maç başladığında, tüm futbolcuların, aleyhine verilen her kararda, küfür etmeksizin hakemin üzerine koşsun, çembere alsın ve yakın mesafeden deli gibi bağırarak hakemi iyice seyircinin önüne atsın. Öte yandan benzer bir hareketi rakip futbolcu yapmaya kalktığında hemen onu hakeme şikayet etmek üzere belli çete harekete geçsin.
  5. İstisnasız her ikili mücadelede faullü hareketler yapılsın, rakip takım sindirilsin. Zira 10 faulden ancak 3'ü verilecektir 1. maddede sağlanan hakemlerce..
İşte bu 5 madde temelindeki strateji ile Fenerbahçe'nin derbi kazanmaması çok zor. Hele ki karşılarında bu kadar aptal iki takım bulunuyorsa.. Beşiktaşlılara aptal demeyeyim de, kendi takımım hakkında çok ağır konuşacağım..

O kadar aptal bir camiayız ki; yine Ali Sami Yen'deki maç öncesi tansiyonun düşmesine izin verdik; üstüne üstlük bir pankart yüzünden Fenerbahçe'yi alkışladık. Ve yine o kadar aptal bir camiayız ki, yine geçmiş seferlerde, tansiyonu düşük tutup kaybettiğimiz derbilerden sonra gaza geldiğimiz gibi, gelecek seneki derbide de tansiyonu yüksek tutmaya çalışırız, ama aptallığımızdan bunu sahaya elimize ne gelirse atarak yaparız.

Oysa Fener seyircisi, o baskıyı, 17. dakikada Selçuk Şahin kart gördükten sonra, 19. dakikada normal bir faul yapan İsmail'e kart göstertmek için hakemin üzerine aynı anda çullanarak yapar. Nitekim pek değerli hakem de, tribünden gelen o baskıya cevapsız kalmaz ve kartını gösterir..

O kadar aptal futbolculardan kuruluyuz ki, Sami Yen'deki Fener maçında, hakem Cüneyt Çakır Mehmet Topal'a son derece hatalı bir elle oynamadan ötürü sarı kart verince, Mehmet Topal, kız gibi ellerini agzına götürüp, aaaa yaparak gerisin geri giderken, Fenerli oyuncular bütün benzer pozisyonlarda hakemin üzerine çıkarlar ki, bir sonraki kararında bu tarz davranamasın. Hatta son derece net penaltı vermeyen hakem, bir sonraki pozisyonda artık dayanamayıp penaltı verdiğinde, bizim oyuncular gibi kaderine mahkum bir şekilde boyunlarını eğmektense, giderler domuz gibi penaltı noktasını eşelerler, itiraz ederler, konsantrasyon bozarlar..

Fenerli oyuncular her pozisyonda hakemi kandırma çabasında, kendilerini abartılı şekilde yere atarlar. Örneğin, normal bir pozisyonda Ernst'e kırmızı kart gösterten Emre B. gibi, bir de yüzüne darbe gelmemesine rağmen, "vallahi vurdu" diye dinci kimliklerini zedelerler.. Ama benzer pozisyonda 14. dakikada Selçuk İbrahim Kaş'ın suratına vurduğunda, İbrahim Kaş yürür gider.. Çünkü bundan yararlanabilecek kadar akıllı değildir..

Bitti mi örnekler? Hayır tabii ki.. Fenerli oyuncular pisliğini, faulünü yaptıktan sonra ellerini uzattıklarında bizimkiler hemen centilmenlik damarlarıyla baş sıvazlarlar. Olur böyle şeyler derler..Oysa benzer durumlarda Emre B. gibi tipler el iterler, daha da gererler ortamı; baştan beri söylediğim amaca yönelik olarak.

İşte tüm bu saha içi teröristliklere mahal veren bir de Hüseyin Göçek gibi sinsi hakeminiz olursa, yemeyip de yanında yatarsınız.. Geçen sene Kadıköy'deki Galatasaray maçında, Lincoln'ün olağanüstü frikik golü öncesi direk serbest vuruş gösterip, sonrasında Lincoln'ün arkasına geçtikten sonra endirek vuruş göstermek için elini kaldıran ve Galatasaray'ın muhteşem başlangıç yaptığı maçta bir kez daha öne geçmesini engelleyen, aynı maçta tüm takdir haklarını Fenerbahçe'den yana kullanan, tüm hakemlik tarihinin en rezil performanslarından birine imza atan, bu sene Ali Sami Yen'deki İstanbul B.B. maçında son 15 dakika her yerden verdiği faullerle oyunu Galatasaray'ın üstüne yıkıp maçı son dakikada beraberliğe elleriyle getiren Hüseyin Göçek'in bugün yaptıkları da görülmüştür herhalde. O kadar sinsidir ki bu hakem, tehlikesiz yerlerde bol bol faul verir Fenerbahçe aleyhine; işte bakın ortaya çalıyorum diye göstermek için. Ama her zaman sinsilikle yaptığı hareketlerini bugün o kadar büyük hatalarla bezemiştir ki, daha da işin içinden geçmişte yaptığı gibi, bakın sonuca etki eden hata yok naralarıyla kurtulamaz!

Bir çift lafım da, Lig TV'nin müthiş Fenerbahçeli spikeri Melih Şendil'ine.. Resmen senin centilmen, tarafsız gözükmeye çalışıp, içindeki Fenerbahçe coşkusunu dışarı vuran samimiyetsizliklerinden ömrümden ömür gitti sinirlenmekten. Lütfen çık bir açıklama yap; ben Fenerbahçe'nin en fanatik taraftarlarından biriyim de; sonra gel istersen Galatasaray maçlarını anlat. İnan bana bu kadar sinirlenmem. Zira en sinir olduğum şey, bir kişinin milyonları kandırmaya çalışarak, bir yandan da yapmak istediğini yapmasıdır. Bırak artık bu işleri Melih Şendil..

Melih Şendil'e geçmişken, Fenerbahçe'nin her derbi zaferi sonrası, nedense reklama gitmeyen, dakikalarca Fenerbahçelilerin coşkusunu izleten, oysa benzer bir durumda Galatasaray galibiyetlerinde hemen reklama giden Lig TV'ye değinmeden de olmaz..

Bir ortamda standardlar ortadan kalkmışsa rakipler arasında, hiç kimseye itidal tavsiye edemezsiniz.

Kusura bakmayın; bölük pörçük oldu sinirden.. Ben bu kadar sinirliysem, bu akşam canları yanan Beşiktaşlılar ne kadar sinirlidir tahmin ediyorum..

Bir de gelecek hafta en az bu kadar sinirli olacağımı.. Çünkü eminim ki, Galatasaray tarihinin en ruhsuz futbolcu grubu, gelecek hafta Fenerbahçe'yi şampiyon yapmak için Bursaspor'a karşı sezonun en mücadeleci futbolunu oynayıp amaçlarına ulaşacaktır.

Siz sarı-lacivertliler.. Utanmayın, sarı-kırmızı atkınızı alıp geçin ekran başına.. Ne de olsa amacınıza ulaşmak için, gerekirse onu dahi yaparsınız siz..
Devamı

41. golünle, 41 kere maaşallah Milan Baroš

Galatasaray'ın kötü geçen iki sezonunda, bir güneş gibi parlayan bir isim var: Milan Baroš..

Belki bu iki sezon şampiyonlukla taçlansa, Baroš'un bu performansı Galatasaray tarihinde farklı bir şekilde anlamlandırılacaktı. Ancak, yine de, iki sezondur, oynadığı her dakika formasının hakkını veren, Trabzon'da golünü atıp çıkarken tepki gösterenlere armasını öpecek kadar takımını sahiplenen, saha içinde sürekli isteyen, saha dışında ise başkalarının aksine, hiçbir şey istemeyen, en ufak bir oluşumun, huzursuzluğun içinde yer almayan Milan Baroš, bugün attığı golle, Galatasaray'da iki sezonda 41. resmi golüne ulaştı.

2008 -2009 yılı istatistikleri:

TipMaçİlk 11DakikaAttığıYediğiAttığı
Penaltı
Kurtar.
Penaltı
Sarı
Kart
Kırmızı
Kart
Avrupa Kupaları99716502/20/030
Turkcell Süper Lig312822752004/50/0110
Tüm Sezon434032372606/80/0150
Ziraat Türkiye Kupası33246100/10/010

2009 - 2010 yılı istatistikleri:

TipMaçİlk 11DakikaAttığıYediğiAttığı
Penaltı
Kurtar.
Penaltı
Sarı
Kart
Kırmızı
Kart
Avrupa Kupaları65454501/10/010
Turkcell Süper Lig15118581000/00/050
Tüm Sezon211613121501/10/060

Sanırım herkesin hemfikir olacağı üzere, eğer Emre B. tarafından sakatlanmış olmasa, bugün en az 6-7 puan daha fazla kazanmış durumda olabilirdi Galatasaray. Kim bilir, belki de Atletico Madrid'i de forvetsizlikten geçememek gibi bir durumla karşı karşıya kalmazdık.

Sürekli pres yapan, rakip savunma oyuncularını meşgul eden, şut çeken, adam geçebilen, kafa toplarına çıkabilen, asist yapabilen, pozisyon sezgisi kuvvetli ve sezon ortalaması 15 gol olan Baroš'un sanırım tek eksiği neredeyse bir rekor sayılabilecek olan 64 maçta gördüğü 21 sarı kart. Örneğin uzun bir aradan sonra oynadığı Fenerbahçe maçında sarı kart görmese, Sivasspor maçında muhtemelen oynayabilecek ve o maçın skoru da Galatasaray'ın lehinde bitebilecekti..

Baroš'un bu performansıyla, gelecek seneler için de acilen sözleşmesi uzatılması gereken isim olduğu muhakkak. Lakin, şimdiye dek verdiği mesajlar itibariyle, Baroš'un henüz yüzde yüz kalma yönünde kararının olduğunu düşünmüyorum. Zira bu tarz soruları, hep, bunu zaman gösterecek şeklinde geçiştirdi. Umarım, yönetim bulduğu bu cevheri, üçe beşe bakıp kaptırma yanlışına düşmez ve benim Galatasaray forvetinde çıplak gözle izlediğim en etkili bir kaç oyuncudan biri olan Milan Baroš'u daha senelerce Galatasaray taraftarına izletir..şampiyonlukla taçlanacak senelerde de..

Not: İstatistikler www.onbirim.com sitesinden alınmıştır.
Devamı

Marquez adı gündeme gelince korkanların başı elbette Erhan Telli olacaktı

Biliyorsunuz son günlerde Barcelona'nın Meksikalı defans oyuncusu Rafael Marquez'in adı Galatasaray'la anılıyor. Son yıllarda, defansını ve defansif orta sahasını güçlendirmek yerine, hep ileriye yönelik yıldız oyuncular alan ve oluşturduğu dengesiz takımlar yüzünden iki senedir başarısızlıklarla boğuşan Galatasaray için, defansa oturan Neill ile birlikte, tam bir nokta transfer olması olası Marquez'in.. Dünya üzerinde aktif oyuncular içerisinde, defanstan topu oyuna en iyi sokabilen sayılı oyunculardan olan Marquez ile birlikte, Galatasaray'ın oluşturabileceği Ali Turan - Neill - Marquez - Hakan Balta dörtlüsünün, kağıt üzerinde, tüm zamanların en iyi defans bloklarından birini oluşturabileceğini düşünmek dahi, Galatasaraylı taraftarlar açısından heyecan verici..

İşte hal böyleyken, elbette güzide medyamızda bu transferin yapılmasını önleyecek haberlerin çıkmasını beklememek saflık olurdu. Hele ki bu tarz haberlerin önderliğini Erhan Telli'nin yapmamasını beklemek!

Marquez'in olası transferinden rahatsız olan Telli, hemen camiaya ve yönetime, bu transferin yapılması konusunda tereddüt yaşatmak isteyen bir haber çıkarmış bugün masa başından. Habere göre, Marquez önceden anlaşılsaymışmışmışmış, bedava alınabilecekken, şimdi Galatasaray bonservis ödemek zorundaymışmışmışmış, zira Marquez Barcelona ile sözleşme uzatmış.

Amaç, transferler konusunda yaptıklarıyla çokça eleştirilen Galatasaray Yönetimini, ileride muhalefet bunu aleyhimize kullanır diye çekindirip, bu transferden vazgeçirmek.

Şeytansın Erhan Telli. Ama mimlisin ve yemiyoruz!

Umarım Marquez'i bu şark kurnazlarına rağmen, Galatasaray defansında izleyebiliriz gelecek sene..
Devamı

Türk futbolunu restoran köşelerinden yönetmek

Hakan Şükür'ün son açıklamalarında (gerçi son diyorum ama, bu açıklamaların üzerinden 2 gün geçmiş durumda ve Hakan Şükür bu periyotta 768 tane daha açıklama yapmış olabilir (!)) önemli bir tanımlama var. Diyor ki Şükür; "...gerçek suçlular göğüslerini gere gere restoran restoran gezecekler. Türk futbolunu da o restoran köşelerinden yönetecekler."

Hakan'ın tamamen Galatasaray yönetimine yönelik söylediği bu sözleri irdelemeyeceğim. Ben sadece Türk futbolunu restoran köşelerinden yönetmek cümlesine takılmış durumdayım. Zira Türk futbolunun son dönemine yönelik muhteşem bir tespit olduğunu düşündüğüm bu önermeye yönelik nicedir yazmak istiyordum.

İbrahim Seten'le ilgili yazdığım yazıda da belirttiğim üzere, belli başlı adamlar, hemen her gece, belli başlı restoranlarda biraraya gelerek, içki masasında yaptıkları geyik muhabbetleriyle Türk futboluna yön veriyorlar, ülke futbolunu fısıltı gazetelerinin içine çekip, dedikodu cenderesi içinde kaynatıyorlar. İbrahim Seten gibi sözde spor, gerçekte "dedikodu" yazarları da, burdaki sohbetlerden nemalanıyorlar, aynı zamanda da her gece kah orda birlikte oldukları kelli felli adamların cebinden, kah gazetelerinin cebinden, yiyip içiyorlar.

Benzer şekilde değil midir ki, futbola yönelik en ufak analiz yapmaksızın, sağda solda her gün yediği yemeklerden duyduğu dedikoduları, "bir yöneticiden duyduğuma göre" şeklinde her hafta sütunlarına ve ya ekrana taşıyan Reha Muhtar, futboldan nemalanmaya başlamıştır? Böylece o içki masasında birinin söylediği, "Mondragon'u neden yolladı Galatasaray biliyor musun mirim?" tadındaki sohbet, ekranlara Muhtar tarafından, Galatasaray Mondragon'u hakkında şike ile ilgili müthiş şüphe olduğu için yolladı gibi bir habere dönüştürülebilir örneğin.

Abarttığımı düşünebilirsiniz; ancak bugün Akmerkez'deki Papermoon başta olmak üzere, İstinye Park ve Kanyon'daki restoranlara herhangi bir gün gittiğinizde, futbol camiasının göbekli simalarını masalarda kaynatırken görmemeniz mümkün değil. Aslına bakarsanız, Aziz Yıldırım, Adnan Polat, Levent Kızıl, Mahmut Özgener, Papermoon, İstinye Park Masa keyword'leriyle google'da basit bir arama yaptırırsanız, karşınıza çıkacak yüzlerce haberle de tatmin olabilirsiniz. Misal 2008 yılından bir haber:

"Akmerkez Papermoon restaurant dün gece adeta futbolun zirvesine ev sahipliği yaptı. Kimler yoktu ki? Aziz Yıldırım, Adnan Polat, İbrahim Yazıcı, Hakan Bilal Kutlualp, Serdar Güzelaydın, İbrahim Seten:

Dünyaca ünlü İtalyan restoranı Papermoon'da dün gece yine hareketli saatler yaşandı. Nasıl yaşanmasın ki? Türk futbolunun ünlü simaları sanki sözleşmiş gibi akşam yemeklerini Papermoon'da yemeyi tercih etmişlerdi.

Bir masada Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım, arkadaşlarıyla birlikteydi. Yıldırım'ın yanından hiç ayırmadığı arkadaşı Necdet Şentürk yine masadaydı.

Bir diğer masada Galatasaray başkanı Adnan Polat, yöneticileriyle birlikte yemekteydi. Haldun Üstünel ve Murat Yalçındağ ile bir konu üzerine hararetli hararetli tartışmaktaydılar. Galatasaray başkanı Polat ile Fenerbahçe başkanı Yıldırım'ın kuru bir selamlaşmayla yetindikleri gözlerden kaçmadı.

Aziz Yıldırım'ın bulunduğu masaya yakın bir başka masada Hakan Bilal Kutlualp'in Pierre van Hooijdonk'la birlikte bulunması ise gecenin tesadüfüydü.

Bursaspor başkanı İbrahim Yazıcı da dün gece Papermoon müşterilerindendi. Yazıcı'nın konukları Cavit Çağlar ve Nail Keçeli'ydi.

TFF eski üyesi Serdar Güzelaydın'ın bir başka masada Vatan gazetesi Spor müdürü İbrahim Seten'le koyu sohbeti gözlerden kaçmadı. Seten arasının bozuk olduğu Fenerbahçe başkanı Yıldırım'la göz göze gelmeyecek bir pozisyonda oturmayı tercih ederken, gecenin ilerleyen saatlerinde Serdar Güzelaydın'ın Aziz Yıldırım'la ayaküstü koyu bir sohbete daldığı görüldü."

2008'e dair bu haber, işte her gün, her gece İstanbul'un restoranlarında tekrarlanıyor. Orda burda, futbola yönelik çağdaş aklın hakim olmasına yönelik kafa patlatanlar hiç yorulmasınlar.

Levent Kızıl, Mahmut Özgener tadında Futbol Federasyonu yöneticilerinin, baba parasıyla hakim oldukları nüfuzla, yemek masası oyuncağı haline getirdiği, Yıldırım Demirören tarzı başkanların "slm bn yldrm, kendine ck iyi bk, optm" tadında ortaokul öğrencisi mesajlarıyla Beşiktaş gibi klübü yönettiği, İbrahim Seten, Gökmen Özdemir ve Reha Muhtar gibi gazetecilerin, o restoranlardaki dedikoduları haber yapıp, adam muamelesi gördüğü ve güç kazandığı, Arda Turan gibi futbolcuların, boş zamanında ekstra idman yapayım, şutlarım kuvvetli değil pek, günde 500 şut atayım, frikiklerimi geliştireyim demek yerine, her boş zamanında o restoranlarda yine güç sahibi olduğunu kanıtlamak adına boy gösterdiği, futbol menajerlerinin bu masalarda onlarca oyuncuyu, onlarca yöneticiye kakaladığı bir futbol dünyasında, Thomas Doll'un şu yaptığı açıklamaların düzgün bir terazide değerlendirilip, haklı olduğu noktalar anlamında adım atılabileceğine inananlar var mı? Ne acıdır ki, Türk futbolunda altyapıya hizmet, bir göbekli restoran zengininin, parasını verip, iki katlı tesis yaptırıp, bunun havasını restoran köşelerinde gerine gerine anlatmasıyla sınırlıdır ve öyle olmaya da devam edecektir..

"''TÜRK FUTBOLUNUN İLERLEMESİNİ BEKLEMEYİN''
Gençlerbirliği'nin başında bulunduğu süre zarfında Türkiye hakkındaki düşüncelerinin değişmediğini belirten Thomas Doll, ''Futbolda dürüst olduğunuzda tüm kapılar size açılır. Türkiye'ye geldiğimde Almanya ile arasındaki farkı sormuşlardı. O günkü düşüncelerim değişmedi. İşinizi iyi yapar ve dürüst olursanız başka takımların ilgilenmesi normal. Türk futbolcuları orta seviyeli futbolcular. Bu yüzden ligin kalitesi Avrupa'ya yetişmiyor. Altyapı ve temel bilgi eksikliği bunda büyük etken. Bu yüzden Türk futbolunun gelişimi hızlı değil. Altyapıya iyi yatırım yapılmalı ve A takıma çıkacak futbolcuların daha önceden belirli şeyleri öğrenmeleri gerek. Türkiye'de orta sınıf birçok futbolcu hak ettiğinden fazla para alıyor. Türkiye'de futbolcuların arkasında menajerler var. Bu menajerlerin futbolculara olumsuz etki yaptığını düşünüyorum. Birçok orta sınıf futbolcu astronomik paralar istiyor. Siz, bu futbolculara böyle paralar verir, altyapı hocaları ve yardımcı antrenörlere hak ettiklerini vermezseniz Türk futbolunun ilerlemesini beklememelisiniz. Süper Lig'de 2. ve 3. lig ayarında birçok futbolcu var. Bu düzeltmek için yeni bir konsepte gerek var. Bu olmazsa Türk futbolu ileriye değil, geriye doğru gidecek" ifadelerini kullandı."
Devamı

Tottenham - Arsenal maçının hatırlattıkları..

Dün akşam hasta yatağımda Tottenham-Arsenal derbisini izlerken, türlü şeylere kafam gitti..

  1. Sıklıkla dile getirdiğim gibi, her ne kadar son 20 sene içerisinde sıkı yasalarla dizginlenmiş olsa da, İngiliz futbol seyircisinin bizden aşağı kalır yanı yoktur. O manada, bizim Avrupa eziği, yalakası futbol spikerlerimiz, bir oyuncu ezeli rakibine transfer olduğunda, "efendim İngiltere'de hiç tepki alıyor mu böyle oyuncular, gittiği taraf da alkışlıyor, gönderen de" gibi yaklaşımlardan, dün akşam 2001 yılında Tottenham'dan Arsenal'e geçen Sol Campbell'ın tam 9 sene sonra dahi, 90 dakika boyunca Tottenham'lılarca deliler gibi protesto edildiğini gördükten sonra vazgeçerler..
  2. Derbilerde gerilim, her zaman evsahibinin yanındadır. Ancak bu gerilim, akıllı yönetilirse. Dün tribünde gördüğüm en coşkulu Tottenham taraftarları vardı maçta.. Tüm maç boyu, Campbell'la besledikleri öfkelerini, sürekli maçın içerisinde kalarak, Arsenal'li oyuncular üzerine baskı oluşturarak kustular. Sahaya bilinçsizce su atarak değil. Neticesinde de takımlarının galibiyetinde çok büyük rol oynadılar.
  3. İki ezeli rakip arasında, bir takımın diğerine senelerce üstünlük kuramaması, yaşanabilecek bir durumdur. Tottenham'ın 1999 yılından sonra, ligde Arsenal'e karşı ilk galibiyeti zira bu. Tıpkı 19 seneye yakın Barcelona'da kazanamayan Real Madrid gibi..
  4. Bir oyuncu gol dahi atmış olsa, iyi oynamıyorsa, hocası O'nu devrede oyundan alabilir. Tıpkı şans golü de olsa, Almunia'nın hatasının payı da olsa, jeneriklere geçecek güzellikte bir gol atan Rose'un devrede oyundan alınıp, Bentley'nin girmesi gibi. Redknapp bu yüzden, her dokunduğu takımda, farkını belli ediyor işte..
  5. Bazı oyuncuların şansının, bazı takımlara karşı tuttuğu.. İkinci golü atan Gareth Bale'in Eylül 2007'den beri, yani 2.5 senedir, attığı ilk gol bu. Son golü kime mi? Tabii ki Arsenal'e..Benzer örnekler: Hagi'nin Bursaspor'a, Alex'in Gençlerbirliği'ne karşı tutan şansları..
Sonuç olarak, oldukça keyifli geçen, temponun bir dakika olsun düşmediği, Tottenham'ın Chelsea'yi şampiyonluk yolunda iyice rahatlattığı bir maç oldu. Hafta sonundaki Manchester derbisi artık çok daha büyük önem kazandı. Londra'da havalı atkısıyla maçı takip eden Mancini, United'ı yenmeli ki, Tottenham'ın bu baskısına karşılık verebilsin 4.'lük için..
Devamı

Bu resmi basanlar etik timsali diye ortalıkta dolanıyorlar ya..

Türk Spor Medyasının yeni yeraltı gücü İbrahim Seten'in bugün yazdığı yazıyı okudunuz mu? Daha önce Haldun Üstünel'i, yardımcısı Gökmen Özdemir vasıtasıyla, Ercan Saatçi hadisesini uzatmaması için tehdit eden, küçük bir gazetenin spor müdürü olma titrinin çok ötesinde, Spor Müdürlüğünden ziyade, tüm Spor camiasının açıklarını takip ederek bundan nemalanmaya çalışan, benim tarifimle, Türk sporunun yeni mafyası İbrahim Seten, bugün yazısında yine aba altından sopa gösterip, Galatasaray Başkanı'na şantaj yapmış.

Konu; Fanatik Gazetesi'nin geçenlerde bastığı Adnan Polat resmi (bu yazıda gördüğünüz) ve bu resme paralel olarak, Galatasaray'a yönelik yaptığı kışkırtıcı, provokatif haberler ve bu haberlere yönelik Galatasaray Yönetimi'nin yaptığı sert açıklama.

İbrahim Seten, Galatasaray Yönetimi'nin sert açıklamalarını "tasvip etmemiş.." Fanatik Gazetesi Genel Yayın Müdürü Necil Ülgen'in açıklamalarını ise çok düzeyli bulmuş ve o açıklamadan, kendi şantaj kapısına ekmek çıkarmış. Efendim, o açıklamada, şöyle kinayeli bir kısım varmış: “KENDİ gazeteme sordum.. Siz nasıl bir ahlâksızlığa karıştınız? Rakip gazetelerin editörlerine kasti hata yapıp kötü sayfalar çıkartsınlar diye Louis Vuitton çantalar mı hediye ettiniz?”

Burdan hareketle, İbrahim Seten, Galatasaray Yönetimi'nden kimlere Louis Vuitton çanta gittiğini, "içinde ne olduğunu" vs. sorguluyor.. Sorguluyor demeyelim de, ilerideki günlerde çıkabilecek anlaşmazlıklar öncesi pozisyon alıyor; bakın ben neyinizi biliyorum diye şantajını yapıyor..

İbrahim Seten'in ne olduğunu hepimiz biliyoruz artık. Hayatında herhangi bir spor dalı için yazdığı herhangi bir yazı olmayan, bu anlamda "sporun" içeriğine yönelik görüşlerini bilmediğimiz ama spor müdürlüğü yapan; hep dedikoduyu kovalayan, spor camiasının çarpık yapısı içinde kendine bir yer edinip, her gece nüfuzlu insanlarla bir arada olarak suni bir güç kalkanına sahip olduğu görüntüsünü çizen, boş bir adam olduğu için de, her boş ama yerini kaybetmek istemeyen adamın yapacağı gibi, bu ilişkileri sayesinde sahip olduğu bilgilerle insanlara şantaj yaparak konumunu ayakta tutan, muhtemelen Türk Spor Medyasının bu kalitesizliği içinde de, senelerce bu ve daha yukarı konumlarda görmeye devam edeceğimiz bir adam..

Ya Necil Ülgen'e ne demeli? Şu gördüğünüz resmi basıp, Galatasaray Başkanı ile kendince alay eden, Galatasaray Başkanını bu şekilde insanlara sunan bir kişinin, sonrasında yaptığı hangi açıklamadaki hangi etik kısma inanabilirsiniz? Uzun uzun lafları bırakın. Sadece şu resme bakın. Sonra da sizin hakettiğiniz üslupla: "TRAŞI KESİN!"

Galatasaray Yönetimi de, artık bu insanlara artık nerelerinden hangi şantaj noktalarıyla bağlıysalar, onlardan kurtulsunlar ve böyle açıklamalar yapıp, bir ay sonra aynı isimlerle kol-kola resimler vermek omurgasızlığından kurtulsunlar. İbrahim Seten'leri, Necil Ülgen'leri adam eden sizsiniz! Türk Sporu bu çapsızları asla ama asla haketmiyor!
Devamı

Bir tek ben mi farkettim? - II

  • Galatasaray-Diyarbakırspor maçı öncesi, Bahri Havadır'ın, Galatasaray'ın kötü giden dönemlerinde klasik olarak vermeyi atlamadığı, "efendim aldığımız bilgilere göre bugün 6 bin bilet satılmış" şeklindeki haberini ve hala yaklaşık 10 binden fazla kombinenin olduğu, 22 bin kapasiteli bir stadyumda, 6 bin bilet satılmasının yansıttığı gibi kötü bir durum olmadığını idrak etmekten uzak olduğunu,

  • Vedat İnceefe'nin hala formunu koruduğunu ve "artık futbolcular arası paylaşım yok, herkes bilgisayarını alıp odasına çekiliyor.. Bizim zamanımızda Florya'da ağaçların altında alırdık çekirdekleri, gırgır şamata yapardık; Popescu çekirdek yemeyi, Hagi Türkçe konuşmayı, öyle öğrendi" diyerek güzel bir noktaya parmak bastığını,

  • Ahmet Çakar'ın programda "Frank Rijkaard'a hakaret etmek istiyorum.." diyerek terbiyesizliğine terbiyesizlik kattığını,

  • Aynı programda, Çakar'ın, "takımı 27 hafta kampa almayıp, Sivas maçında kampa aldıran hocaya ne dersiniz?" sorusuna, Serhat Ulueren'in "Adam değilsin derim, hoca değilsin derim" diyerek kendi adamlığından örnekler sergilediğine,

  • Real Madrid-Barcelona maçını yine mikrofonunu doğru düzgün takmadığından, ne dediğini anlamadığımız bir şekilde yorumlayan Rıdvan'ın, maçın sonunda 20 puan gerideki Valencia'nın durumunu sorgulayıp, 2 dakika 3lü averajda ne olur diye beyin jimnastiği yaptığını,

  • Aynı Rıdvan'ın, aynı maçın sonunda, şu 3 senedir izlediğim Barcelona takımı gibi takım görmedim derken, o 3 sene öncesinde takımın başında sürekli hocalığına laf ettiği Rijkaard'ın bulunduğunu muhtemelen hatırlamadığını,

  • Aynı maçta, Rıdvan'ın ilk maçtaki skor neydi sorusuna, Ercan Taner'in tam bir dakika sessiz kalarak cevap veremeden konuyu değiştirdiğini,

  • Diyarbakırspor maçında Caner'in, Atletico Madrid maçında atılmasına sebebiyet veren harekete benzer 3 tane faulü yaparak, ders almadığını gösterdiğini,

  • Metin Aktaş'ın yaşıyor muydu yahu denecek kadar uzun süre sonra 33 yaşında yeniden Turkcell Süper Lig'de boy göstermeye başlamasının Diyarbakırspor'un düşeceğine kesin işaret olduğunu,

  • Mehmet Topal'ın maskesinin bağlantı noktalarının sarı-kırmızı parçalı yapıldığını ve Cemil İpekçi'nin yakın dostu arkadaşımızın bu anlamda da stilinden ödün vermediğini
Bir tek ben mi farkettim?
Devamı

Tripcan Arda

Bu akşam yapılan protestoda Arda'ya yönelik "kimisi sinema peşinde" sözünden ötürü, Galatasaray taraftarları bölünmüş gözüküyor. Kimi Arda'nın bunu haketmediği görüşünde.

Bense aksi fikirdeyim.

Bu tezahürat belki Arda'nın sinema kapatması hadisesinden ilham almış olsa da, taraftarı Arda'ya gönderme yapmaya iten, spesifik olarak o olay değildir.

Geçen seneden itibaren, takım içinde abilerinden miras kalan "yabancı düşmanlığının" bayraktarlığını yapan, Lincoln'ün en iyi oynadığı maçlardan biri olan Hertha Berlin deplasmanındaki zaferi dahi, "bu saatten sonra bu takımda ikinci kaptanlık yapmam" diyerek gölgeye düşüren, saha dışında rahat yaşamayı erdem sanan, bu sene Bucaspor maçında gol attığında, kim bilir neye trip attığından, sevinmeyen, şampiyonluk yarışında takımı ilerlerken yoruldum, sıkıldım, saçlarıma ak düştü, uf oldum, gitsem iyi olur röportajları veren, 22 yaşında kaptanlık yapmaya heveslenip hakkını veremeyen bu futbolcuya karşı taraftar dolmuştur ve senelerce izlediği, takım içinde klikler yaratan abilerinden birinin daha takım içinde kök salmasına tahammülleri yoktur.

Maç sonu, inanılmaz bir adamlık ve teknik adamlık dersi veren bir röportaj çıkaran Frank Rijkaard'ın çok güzel söylediği gibi, "Hayatta her zaman mutlu anlar yoktur. Böyle anlar da hayatın bir parçası. Asıl önemli olan, her bir futbolcumuzun bu duruma karşı nasıl reaksiyon vereceğidir. Omuzları mı düşecek, moral bozukluğu mu yaşayacaklar, yoksa bu durumdan ders çıkarıp daha da hırslanıp bir daha bu durumun yaşanmaması için savaşacaklar mı, önemli olan ve oyuncu olarak geleceklerinin nasıl şekilleneceğini belirleyecek olan da budur.."

Arda, Rijkaard'ın bu cümlelerinde belirttiğinden, yine trip yapan, moralim bozuk, uf oldum diyen futbolcu tipi olacağının işaretini vermiştir.

21 yaşında bu takıma bu oyuncuyu kaptan yaptıran, O'nu henüz haketmediği halde Metin Oktay ile aynı seviyeye çıkarmaya çalışan Galatasaray taraftarına bu muameleyi yapamaz! Gol attığında, sevinmemezlik edemez. Çıkarken yüzünü asamaz.

Kaptan olarak ilk yapması gereken, yüzüne gülüşünü yapıştırmaktır. Liderler böyle günlerde belli olur. Arda ise, lider, kaptan Arda değil, Tripcan Arda olarak anılmaya doğru hızla gittiğini bir kez daha göstermiştir..
Devamı

Messi'nin dünyanın en büyük futbolcusu olduğunun kanıtı..

Ne olağanüstü yeteneği..

Ne bu sene ligde ve Avrupa'da 35 gole ulaşması..

Ne daha geçen hafta Şampiyonlar Ligi bir organizasyonda, Arsenal gibi bir takıma 4 çeyrek finalde 4 gol atması..

Ya nedir biliyor musunuz?

Birbirinden nefret eden iki ezeli rakibin mücadelesinde, deplasmanda golünü atıp armayı öpüp Real Madrid tribünlerine nisbet yaparken, Real Madrid tribünlerinde gördüğüm, Messi'nin fotoğrafını çekmeye çalışan Real Madrid'lilerdir..

Düşünsenize.. Size en çok acı veren anda, Barcelona'dan yediğiniz gol sonrasında, başka hangi futbolcunun resmini çekmeyi düşünürsünüz? Yapacağınız en fazla küfür etmektir..

Ama Messi, resmini çektirir..

İşte bu da, artık tartışmasız gerçeğin, Messi'nin Dünyanın en büyük futbolcusu olduğunun resmi kanıtı fotoğraftır..
Devamı

20 Yıl sonra ilk kez..

2010 Dünya Kupası öncesi, Türkiye'de 20 yıl sonra bir ilk yaşanacak.

İlk kendimi bilerek izlediğim Dünya Kupası İtalya 90'dır. İtalya 90 öncesi Türkiye'de şampiyon Gordon Milne'in Beşiktaş'ıydı. İşte o tarihten sonra, her Dünya Kupası öncesi, mütemadiyen Galatasaray şampiyon oldu:
  • 1993-1994 - Reiner Hollman
  • 1997-1998 - Fatih Terim
  • 2001-2002 - Mircea Lucescu
  • 2005-2006 - Erik Gerets
Biz Galatasaraylılar da şampiyon olmanın rahatlığı, gururu ve zevkiyle, Dünya Kupası ile futbolsuz geçmeyecek olan yazın tadını çıkardık.

20 sene sonra ilk kez, Güney Afrika'daki maçlara odaklanırken, kalbimizde kaçan şampiyonluğun keyifsizliği olacak..

Bu duyguyu unutmuşuz!

Bu kupaya ilk kez bu kadar çok sayıda ismi gönderecek olmanın, kaçan şampiyonlukta etkisi var mıdır peki? (Elano, Neill, Kewell, Giovani Dos Santos, Keita olmak üzere 5 futbolcu).

Ben hiç sanmıyorum. Aksine, Dünya Kupasında oynamak isteyen oyuncuların bir sezon önce performans yükselttiklerini görürüz hep. O manada takımı yıpratmaya yönelik yapılan, Elano vs. sakatlanmamak için topa girmiyor haberlerine inanmıyorum.

Asıl korkum ise, gelecek sezona yönelik. Malum yazı Dünya Kupası gibi organizasyonlarda geçirip, sezon başı hazırlık kampını kaçıran oyuncular, bir sonraki sezonu oldukça formsuz geçiriyorlar. Buna en yakın örnek olarak 2002 Dünya Kupası ve 2008 Avrupa Şampiyonası sonrası Galatasaraylı Milli oyuncuların bir sezon boyunca dökülmelerini örnek gösterebiliriz..

Bu manada, bu durum, Galatasaray adına şimdiden düşünülmesi ve ince ince planlanması gereken bir durumdur..

Neyse, olaya güzel yönünden bakalım: Dünya Kupasında destekleyebileceğimiz 4 takım olacak: Avustralya, Fildişi Sahilleri, Meksika ve Brezilya..

Neill ve Kewell'dan ötürü sonuna kadar "Aussie" olacağımı ifade etmekte sakınca yok sanırım..
Devamı

Ne şekilde olursa olsun, kazanmak avantajdır..

Bir kez daha bunu kanıtlayan bir maç oldu. 20-30 yıl öncede kalma bir klişedir Türk futbolunda. Eğer bir takım iki ayaklı bir kupa maçından 2-1, 3-2 gibi skorlarla yenik ayrılarak deplasmandan dönüyorsa, hemen "X takımımız avantajlı bir skor alarak geri geliyor.." denir..

Neyin avantajıdır bu? 1-0'a tur atlanacağı mantığı ile kurulan bu hesap, sanki deplasmana gelecek takım asla gol atamaz anlayışının üzerine kuruludur. Oysa günümüz futbolunda birbirine yaklaşan takımlar arasında, deplasman - ev sahibi özelliği kalkmakta, her takım her yerde gol bulabilmektedir.

O manada, isterse 5-4 yenin, ama mutlaka yenin ilk maçta.

Zira gördüğünüz gibi, deplasmanda 3-0 yenik duruma dahi düşseniz, 1 gol ile maçın psikolojik dengesini alt üst edebilirsiniz. Çünkü 3-1 öndeki takım, bunun rahatlığında değil, her an 1 gol yememenin telaşındadır.

İşte, Oliç'in ilk maçtaki son dakikadaki golü bu manada turu getiren goldür Bayern Münih adına. Ya 3-0'ken 3-1 yapan golü daha mı önemsizdir? Tartışılır. Tartışılmayacak tek gerçek, geçen sene Hamburg formasıyla Galatasaray'a 2-0'dan 3-2'lik maçta 3. golü atıp yıkan Oliç'in hırslı, yılmayan futboluyla Manchester United'dan yılların intikamının alınmasında baş rolü oynadığıdır..

Kimle birlikte? Arjen Robben ile birlikte. Futbol tanrısı Messi'yi bir kenara bırakırsak, son yılların bana göre hakettiğinden çok daha az değer verilen, dünyanın en iyi bir kaç oyuncusundan biridir Robben. Bu sene Şampiyonlar Ligi'nde attığı birbirinden kritik ve muhteşem gollerine bir yenisini ekleyip, takımı yarı - finale uçurdu..

Manchester United'ın orta sahadaki kazma, ama birlikte oynadıklarında bir takım yaratan oyuncularıyla o etkili başlangıçtan sonra eleneceğini kimse düşünmüyordu sanırım.. Ama futbol işte bu; işte bu yüzden seviyoruz. Geçenlerde birinin dediği gibi, futbolu bize yaşarken cenneti ve cehennemi gösterdiği için seviyoruz. Tıpkı bugün Manchester United'lı ve Bayern Münih'li taraftarların yaşadıkları gibi..

Yarı finalde uzun yıllar sonra bir İngiliz takımı yok. 90'lara dönüş mü yoksa? Sanmam.. Ama diğer Avrupa takımlarının yavaş yavaş son senelerde cevap veremedikleri İngiliz takımlarının temposu seviyesine ulaştıklarını görüyoruz.. O manada Türk futbolunun kağnı temposundaki oyunuyla bu seviyede mücadele etmesinin giderek daha da zorlaşacağını öngörmek yanlış olmaz..

Son söz olarak; şu maçtan sonra maçın başından beri Bayern'i destekleyen biri olarak tek üzüldüğüm, Rooney'dir.. Gerçek futbol emekçisi, bu senenin müthiş performansını belki de ne şampiyonluk, ne de Şampiyonlar Ligi ile taçlandırabilecek.. Umarım Dünya Kupası öncesi artık sakatlığından arınmaya bakar da; Dünya futbolu Güney Afrika'yı itici, ama saygı duyulması gereken bu futbolcusuz geçirmez..
Devamı

Size kim gülsün Milliyet Spor Servisi?

İşler kötüye gidiyor ya, yalan haber yapanların, masa başı karıştırıcılarının keyfi yerinde.

İşte en umarsız, en terbiyesizcelerinden biri..

Dünkü Milliyet İnternet sitesinden. Gazetelerinde de var mıydı bilmiyorum. Linkteki haberden okuyacağınız üzere, Milan Baroş'un Galatasaray'ın Sivas'ta yediği golden sonra güldüğü iddia ediliyor. Tamamen taraftarı Baroş'tan soğutmaya, çileden çıkarmaya yönelik, güdümlü yapılmış bir haber. Zira Baroş'u 2-3 maç dahi olsa izlemiş 7 yaşındaki çocuk dahi biliyor ki, Baroş'un ağzını açıp sıkma şeklinde tezahür eden bir tiki var.

Golden sonra yaptığı da tam buydu ekranlara geldiğinde ve bilinmeli ki, Baroş o yüz tikini genelde sıkıntılı anlarda yapar. Gol kaçırdığında, gol yendiğinde, vs.

Bu anlamda, akıl izandan yoksun leş kargalarına, ne dense azdır. Hadi isim vermeden futbolcuların ağzından karıştırıcı haber yapanların yalanlarını anladık; en azından kanıtlayamıyoruz yalan olduklarını, sadece yalan olduklarına dair yüzde yüz inancımızı belirtiyoruz. Ama be hey şaşkınlar, bu tarz bir durumda böyle bir haberi yapma cesaretini nerden buluyorsunuz Baroş'un bu tiki görüntülerle iki dakikada kanıtlanabilecekken..

Hesap belli; çamur at izi kalsın..

Tüm futbolculara öfkeli olduğumuz bu günlerde dahi, bu adice hareketleri not ediyoruz; herkesin bilgisine..
Devamı

Rijkaard sahaya 11 tane eşeği sürse de, sonuna kadar Rijkaard..

Neden mi? Rijkaard'dan bağımsız olarak, ne hata yapıyorsa yapsın;

Artık Galatasaray'da bir klasik haline gelmeye başlayan mızmız oyuncuların yeniçeri isyanlarına bir cevap verebilmek için..

Artık, işler istedikleri gibi gitmediğinde, hemen suçu teknik adama atıp, aradan sıyrılamayacaklarını anlamaları için..

Gerets'i, Kalli'yi, Skibbe'yi yiyen futbolcuların, 87 doğumlu veletlerin, hükümranlığına son vermek için..

Galatasaray'da yerli hoca olmalı; yabancı futbolcuların da "ahlaklısı" gelmeli diyebilecek kadar aşağılıklaşanlara cevap verebilmek için..

Rijkaard'ı gördüğünde besmele çekmesi gerekirken, arkasında O'na küfreden Sivaslı ayılara, bu adamın dünya görüşü, futbola bakışını daha iyi anlatıp misyonerliğini tamamlama fırsatı vermek için..

Galatasaray'ı yeniden Abdullah Avcı'lar, Hikmet Karaman'lar vizyonundan kurtarmak için..

Bu sene ligi tanıyan hocanın tecrübelerinden gelecek sene faydalanabilmek için..

Rijkaard bu takımın başında kalmalıdır. Zira, bu artık teknik adamlık hataları/sevapları tartışmasından ziyade, Galatasaray'a kanser gibi yapışan zararlı hücrelerin atılması için bir adımdır. Rijkaard belki mükemmel bir teknik adam değildir, ama bu manada bir semboldür..Rijkaard'ı o mevkiinin başında gören mikropların direnci geçen süreçte azalacaktır. Onların antikoru olacaktır sonuna kadar arkasında durulan Rijkaard figürü..

Bu yüzden, Adnan Polat, başkanlık geleceğini belirleyecek tarihi dönemeçte. Ya futbol zibidilerinin, Galatasaray düşmanlarının dilediğini yapıp Rijkaard'a yol gösterecek veya güveninin zedelendiğini gösterir edimlerde bulunacak.. Ya da sonuna kadar arkasında duracak.

İşte bu tercihi, Galatasaray'ın uzun vadedeki kaderine de ışık tutacak.
Devamı

Öfkeliyim..

Kalecilik yapmak yerine, maç sonu akıllı demeçler verince kalede kalmayı garantileyeceğini düşünen Aykut Erçetin'e..

Takımda ilk top istobunu topu 1 metre önüne sektirmeden yapamayan bir tane futbolcu olmayışına..

Çirkefliğin zıttının, kuzu olmak olduğunu sanıp, mücadele gücünü kaybeden Sabri'ye..

Göztepe'deki ilk yıllarına dönen, şaşkın, bir tane kafa topunu arkadaşına indiremeyen, gözü kapalı toplara vuran Servet'e..

Ağır, sürekli sakatlanan, belini döndüremeyen, Mehmet Yıldız gibi bir kamyona bile geçilen Hakan Balta'ya..

Başı kesik tavuk gibi sahada dolanan Barış'a..

Türkiye'de 3.lig'den yukarı seviyede oynayamayacak olan, 2 metre önüne pas verirken heyecanlanan, bir top gelirken seksen tane adım atarak pozisyon almaya çalışan acemi Mustafa Sarp'a..

Bir tane gol atamayan, bir tane asist yapamayan, orta sahada iki tane dripling yapmaktan bir şeye yaramayıp, hala beğenilen Giovanni'ye..

Senelerdir bir tane kontratak yapamayan Galatasaray futbol takımına..

Koskoca takımın başına, daha hiçbir şey başarmamış, 87'li bir veledi kaptan yapanlara..

Titrek Mehmet Topal'a..

10 maçın 9'unda farkı ikiye çıkaracak pozisyonları laubalice harcayıp son dakikaları azap içerisinde geçirtenlere..

Takımında oynayamayan, geçmişinde sakatlıklar yaşamış isimleri almayı büyük transfer başarısı sayanlara..

Sene ortasında ön liberoya transfer yapamayanlara..

Galatasaray'a bu sene mor, seneye yavru ağzı giydireceklere..

Ruhsuz, kız gibi top oynayan alayına..

ÖFKELİYİM.
Devamı

Lucas Neill'i tutun, gerisini yollayın!

Son dakikada gol yemişsin; bu golün de etkisiyle, maç boyu tekme atan Sivassporlu oyunculara tekme teşebbüsünde bulunmuş arkadaşın kırmızı kart görmüş; tüm Sivaslılar çocuğun üzerinde.

Takım gibi takımda ne olur? En az 7-8 kişi arkadaşını korursun. Ama bizim süt çocukları umursamaz. Sadece, daha takıma katılalı 2-3 ay olmuş delikanlı arkadaşını korumaya geliyor.

O delikanlının adı Neill. Mağlubiyete tek isyan eden, maç boyu yanında saatli bomba Servet'e rağmen, Mehmet Yıldız'la, Kamanan'la mücadele eden..

Kendi adıma bir tek sana teşekkür ediyorum Lucas Neill. Sezonun tek güzelliğisin.

Gerisi mi?

Ruhsuzlar ordusu. Süt çocukları. Bursaspor'a karşı artık bilenir, Fener'i şampiyon yaparsınız, emelinize de ulaşırsınız.

Galatasaray'ı izlediğim 23 sene boyunca, hiçbir sezon bu kadar sinirlenmedim.

Yazıklar olsun..
Devamı

Dünya alem tercüman görsün: Halil Yazıcıoğlu

Malum bu aralar futbol bloglarının gözde konusu Galatasaray'ın tercümanı Mert Çetin. Hemen herkes kendisinin tercümanlık yapabilecek kadar dile hakim olmadığının farkında ve söylenebilecek herşey söylendi.

O manada ben Mert Çetin'i eleştirmektense, bu işi şu anda, belki de tüm zamanlarda, en iyi yapan kişiye dikkat çekmek istiyorum.

Söz konusu kişi, Trabzonspor'un tercümanı Halil Yazıcıoğlu. İspanyolca, İngilizce, Fransızca ve Portekizce de konuşan ve diksiyonu, Türkçe'ye hakimiyeti ile dikkat çeken Yazıcıoğlu'nun sadece tercümanlıkla kalmak istemediğini Erkan Goloğlu'nun Ocak 2009'daki bu yazısından öğreniyoruz. Besbelli kendine teknik adamlık hedefi koyan Yazıcıoğlu bu anlamda başarılı olabilir mi bilmiyorum; ama şu ana dek sergilediği tercümanlık performansı anlamında ben kendisini tebrik ediyorum.

Galatasaray'da senelerdir doğru düzgün bir tercüman görememiş; Hagi'nin tercümanı Olgun Cafer'e, Gerets'in tercümanlığını da yapan Erdal Keser'e, Feldkamp'ın tercümanlığını yapan Burak Dilmen'e ve en son Mert Çetin'e dayanmış bir birey olarak, Galatasaray İletişim mezunu Halil Yazıcıoğlu'nu takımda görmek, rüya gibi olurdu diyerek sözü Halil Yazıcıoğlu'nun kendi ağzından özgeçmişine bırakayım:

"“Colman, ‘Radara yakalandım, polisle konuş’ diye beni arar”
Halil Yazıcıoğlu (24 / Trabzonspor)
-Bir yıldır Trabzonspor’dayım. Burada sekiz oyuncuya çevirmenlik yapıyorum. Alanzinho’ya Portekizce, Colman’a İspanyolca, Hırvat Cale ve Nijeryalı Promise’e İngilizce, Kamerunlu Song, Senegalli Sylva, Brundili Papy ve Gineli Yattara’ya da Fransızca tercümanlık yapıyorum.
-Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nde eğitim gördüm. Fransa’da Lyon Siyasal Bilimler Enstitüsü’nde yedi ay okudum. İngilizce ve Fransızca öğrenmeye Burak Bora Anadolu Lisesi’nde başladım. Dört yıl İstanbul Cervantes Enstitüsü’ne gittim, İspanyolca öğrendim. Trabzonsporluyum. Galatasaraylı olmadığım konusunda kulüpteki insanları ikna etmek için çok uğraştım.
-Futbola eskiden beri meraklıyım. Hatta üniversite döneminde Radikal gazetesinin spor servisinde üç yıl çalıştım. 2008’in başında ise Cervantes’te kültürel etkinliklere yardımcı olabilecek bir kişi aranıyordu, beni aldılar. Trabzonspor, Arjantinli oyuncu Gustavo Colman’ı transfer ettiğinde Cervantes’le iletişime geçti. İspanyolca konuşan ve futbolla ilgilenen birini arıyorlardı. Başvurdum, kabul ettiler. Bu camiada Portekizceyi bilmek şart diye düşündüm ve kendi kendime evde çalışarak öğrendim.
-Yabancı futbolculara Türkçe temel kelimeleri öğretiyorum. Cale dil öğrenmeye çok yatkın. Song, Isaac ve Faty Papy de konuşamıyor ama çoğu şeyi anlıyor.
- Colman bir keresinde beni arayıp “Evde su borusu patladı, her taraf su oldu, ne yapayım?” demişti gülerek. Çok rahattır, bu nedenle sürekli başı derde girer. Radara girer, polis çevirir. “230’la radara girdim, şu polisle konuşuver” diye de arar. Cale ve Sylva mezgiti, Colman da Akçaabat köftesini çok sever."
Devamı

Gökmen Özdemir, Abdullah Avcı'nın gizli kardeşiymiş.. (!)

İş o raddeye geldi ki, www.zaytung.com tadında bir başlık atmayı uygun gördüm..

Artık Gökmen Özdemir'in, piyasaya ilk çıktığı zamanlarda, tüm Galatasaraylılarca umutla karşılanan stilinden eser kalmadığını, kendisinin de medyanın çarkları içerisinde eriyip gittiğini ve nüfüz mücadelesini en sert biçimde verdiğini, güç sahibi olabilmek için herşeyi yapabileceğini ve "medyada artık dinozorların yerini gençler alsın" söyleminin ne kadar boş olduğunu gösterdiğini; zira önemli olanın genç olmak, yaşlı olmak değil, düzgün adam olmak olduğunu biliyoruz.

Bu manada, Gökmen Özdemir'den artık bir beklentimiz yok. Galatasaray'dan 5 futbolcu ile görüştüm, şöyle şöyle karışık klüp diye haber yaptığında, eskiden olsa Gökmen Özdemir yazıyorsa doğrudur diye düşünecekken; artık arkasında kaç tilki hesabın yattığını, bu haberin hangi hesapları gerçekleştirmek için manipülasyon amaçlı yazıldığını düşünmeye başlıyoruz misal. Bu bile, Gökmen Özdemir'in kendisine nasıl yazık ettiğinin kanıtıdır. Maalesef, insanların güvenini kaybeden her birey gibi, O'nun da bu noktadan dönüşü yoktur.

İşte bu güven duygusunun sistematik olarak zedelendiği ilk hadise, Gökmen Özdemir'in yakın arkadaşı Abdullah Avcı'yı Galatasaray'ın başında görmek istemesi ve bu noktada bazen açık açık, bazen satır aralarında mesajlar vererek; bazen futbolculara Abdullah Avcı'yı isim vermeden tarif ettirerek, bazen Galatasaray'da suni sorunlar yumağı haberleri yapıp, bunları adresleyebilecek isim olarak Avcı'yı göstererek, ara ara Lig Radyo'daki programına çıkararak, sürekli gündem oluşturmaya çalışması, ilk olmasının yanında en çok dikkat çekendir de.

Gökmen Özdemir'in Kalli'nin gidişi döneminde sesli olarak haykırmaya başladığı bu görüşü, en net tam 2 sene önce 6 Nisan 2008'deki yazısında şu şekilde haykırılmıştı kendisi tarafından:

"ARANAN ADAM AVCI

Şimdi göreve kimin geleceği tartışılıyor. Birçok isim havada uçuşuyor. Ama cevap, üniversite sınavındaki gibi 5 şıklı değil. Tek bir doğru yol var. O da aklı ile iş yapan, tırnaklarıyla kazıya kazıya ismini herkesin aklına yazdıran, günümüz futbolunun adamı Abdullah Avcı. Takımı ile yaptıklarını sadece 2 sezon için değerlendirmemeli... U-17 Milli Takımı’na da bakmalı. G.Saray için, geleceği planlayan G.Saray için biçilmiş kaftan Avcı’dır. Türk futbolunun yeni Fatih Terim’i olma potansiyeli onda var. Gerek futbolcu ilişkileriyle, gerek medya ile arasındaki duruşuyla, gerekse hayata bakışıyla Avcı G.Saray’ı yukarılara taşıyabilir. Tabii bu da tek bir şarta bağlı. G.Saray yönetiminin kayıtsız şartsız yeni getireceği hocasına, Avcı’ya kol kanat germesi gerekiyor. G.Saray’ın iç politikalarından uzak tutup sadece Florya’ya yönlendirmeliler. "

Sonrasında Gökmen Özdemir, teknik direktörlüğe Abdullah Avcı, başkanlığa Adnan Öztürk'ün getirilmesine yönelik türlü haber, yazı, radyo röportajına imza attı hepimizce gözlendiği üzere..

Peki bunları neden tekrar yazıyorum? Yazıyorum zira 30 Mart'taki yazısında ve Vatan Gazetesi'nin spor sayfasında doruk noktasına ulaştı Gökmen Özdemir.. Önce köşesinde,

"ASLINDA reçete son derece basit.. Şov yapmayı bırakıp gerçek bir yapılanma yolunu seçmeli G.Saray.. Tarihinde hep yerli hocalarla, yerli futbolcularla bir gövde oluşturmuş, etrafına işe yarayan yabancılar koyarak kimlik kazanmıştı G.Saray.. Jo’ya, Elano’ya, Keita’ya, Leo Franco’ya, Kewell’a harcadığını Türk oyunculara yatıracaksın. Etrafına pahalı değil ama işe gören, Türkiye şartlarına uygun yabancılar koyacaksın. Tabii yerli hocanı da iyi seçeceksin. Camiana yakın, gelecek vaadeden, Türkiye gerçeğini bilen ve unutmamış biri olmalı bu isim.. Ve kesinlikle de daha önce denenmemiş olmalı.."

diyerek, yine aklı sıra isim vermeden Abdullah Avcı'yı işaret eden Gökmen Özdemir, aynı gün ekürisi Kadir Çetinçalı'ya aynı gazetenin sütunlarında "Yeniden Avcı Sesleri" şeklinde haber yazdırıp, okuyucuya aptal muamelesi yapmaktan çekinmedi.. Aynı gün yoğun çalışan Gökmen'in bir diğer haberi ise Rijkaard bizi bitirdi! Hani şu 1 haftadır konuşulan, Galatasaray'daki yerlilerin hocalarından ve yabancı oyunculardan memnuniyetsizliklerini dile getiren yalan haber..

Siz herkesi saf, aptal mı sanırsınız beyefendiler? Kendinizi ne sanıyorsunuz? Koskaca Galatasaray Klübünde geleceğe dair kararları manipüle edebilecek kudrette olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Merak etmeyin, sizden çekinen bir kaç yönetici o hissi vermiş olabilir. Ama büyük Galatasaray taraftarı aymazlığınızın farkında. Sizi Gökmen Özdemir yapan o taraftar, bu oyunlarınızı da her fırsatta haykırarak maskenizi düşürmeye devam edecek!
Devamı

Ben spikerin akıllısını severim..

Bugün Ankaragücü-Beşiktaş maçının sadece ilk yirmi dakikasını izleyebildim. Dolayısıyla maçın geneliyle, henüz izleyemediğim, ama net penaltı olduğu söylenen pozisyonla ilgili yorumum olmayacak.

Benim takıldığım konu biraz daha farklı. Malum, maçın başında Jerome Rothen, yardımcı hakeme gözlük işareti yaptığından sarı kart gördü. Sonrasında bir başka pozisyonda Lig TV kameraları, Rothen'i yine aynı hareketi yaparken yakaladı. Maçın spikeri de, hemen, Rothen yardımcı hakeme yaptığı aynı hareketi, hakem Barış Şimşek'e de yaptı diyerek hemen kamuoyunda hükmü koydu.

Oysa biraz zeki bir adam olsaydı, Rothen'in bu sefer o hareketi yapmadan önce bir BJK'li oyuncuyu gösterdiğini ve bak O da aynı hareketi yaptı, neden O'na sarı kart göstermedin demek istediğini, orta hakemin de bu nedenle o gözlük hareketini aynı şekilde değerlendirmediğini anlayabilirdi.

Ama işte bizim spikerlerimiz, olayları bu şekilde süzmekten uzak olup, tamamen yüzeysel yorumlayabiliyorlar. Bu yeteneksizlikleriyle de, kamuoyunu yanlış yönlendirmekten çekinmiyorlar..

Muhtemelen şimdi bu durum Lig Tv'nin 3 dk'lık özet görüntülerinde de yer alacak ve tüm hafta sakız gibi bu pozisyon konuşulacak..

Ne yazık..
Devamı