Eurovision Gecesine Dair Notlarım (Puanlama Öncesi)



Öncelikle bir alttaki yazımda belirttiğim üzere, şu Avrupa ezikliğimizden vazgeçelim. Efendim bu yarışmayı kimse takmıyormuş Avrupa'da, efendim ne önemi varmış vs. diyerek bu yarışmayı değersizleştirmeyelim; çünkü önemli olan biz seviyor muyuz, önemsiyor muyuz, budur. Ve biz de seviyoruz kardeşim bu yarışmayı. Hiç bir şeyini sevmiyorsak, sonundaki puanlamasındaki heyecanı, her sene yaşanan düzenbazlıklarını, klasiklerini seviyoruz. Bülend Özveren'in sesini, puan vermek için her ülkeden bağlanan sunucuların şebekliklerini, bir çoğu kötü şarkıları.. Herşeye rağmen seviyoruz. O yüzden itiraf etmekten kaçınmayalım.. Aaa, bizi küçümserlerler diye düşünüp içimizden geçeni söylemek yerine klişelere sığınıp Eurovision'a bok atmayalım. 


Eurovision gecesinden notlarıma gelirsek; (Puanlama yapılmadan önce yapılmış yorumlardır..)

  • Sahne, dekor muhteşemdi. Açılıştaki sirk gösterisi de etkileyiciydi. O manada Ruslar benden giriş açısından sınıfı geçti. 
  • Bülend Özveren'in sesi Alev Sezer'in sesi gibi belleklerimize kazınmış bir ses. Başka açılardan da olsa, tıpkı Alev Sezer gibi özlenecek bir ses.
  • Açılışta geçen senenin birincisi Dima Bilan'ın sahneye gelişi de etkileyiciydi, ancak ilk ceketini çıkardığında ceketin sırtındaki iplere takılması komik bir görüntü ortaya çıkardı. Danscı kızlardan biri inisiyatif alarak ceketi çıkardı da çocukcağız daha fazla debelenmek zorunda kalmadı. Bu arada Rusya'da yeni nesil sanatçılar ne kadar da bu Dima Bilan'a benziyor. Hepsi aynı tip; bir zamanlar bizdeki herkesin Tarkan'a benzemeye çalışması gibi sanırım.. 
  • Patricia Kaas beklenen üzere güzel söyledi; ancak şarkısı bence çok kötüydü. Şu an melodisini hatırlamıyorum dahi. Öte yandan elbisesi inanılmaz zarif ve şarkının temposu açısından iyi seçilmiş bir elbiseydi, o açıdan bizim Hadise'nin alacağı dersler var seçimler konusunda. Tabii bu elbiseyle Düm Tek Tek söylenmez; sadece zevksizliğine gönderme yapıyorum. 
  • Hırvatistan'ın şarkısı Lijepa Tena'nın girişi fena halde "Historia de un amor", Sezen Cumhur Önal'ın sözleriyle "Benim bütün dualarım seninle" şarkısına benziyordu, ama devamı öyle gelmedi tabii.. Yine de fena şarkı değildi, eh işte diyelim.
  • Serdar Turgut'un bir zamanlar Portekizli tüm kadınlar çirkindir diye bir önermesi vardı. O zamandan beri dikkat ederim Portekizli kadınlara ve her seferinde Serdar Turgut'a hak veririm. Portekizli yarışmacı da sağolsun yanıltmadı. Aşağıda da görebileceğiniz üzere..

  • İzlandalı şarkıcı Yohanna gayet sevimliydi; aslında biraz kilo fazlası olmasa (ki elbisesiyle biraz kapamıştı bunu) daha da güzel olarak niteleyebilirdim. Şarkısı "Is it true?" da tam Eurovision formatında bir şarkıydı.  Derece favorilerimden. 
  • Yunanistan adına yine Sakis Rouvas katılmış, şaka gibi. Başka şarkıcıları yok herhalde.. Kötü bir Ricky Martin taklidisin Sakis, artık modası geçti senin gibilerin yahu; ya da öyle umut ediyorum. 
  • Ermenistan'in şarkısını sevdim. Bizim Kafkas "oy balam" türevi türkülerin, zenci gırtlağındaki iki kızca modern bir sound'da söylenmiş haliydi. Bir ara halaya kalkacaktım nerdeyse, ha ha diye bağıra bağıra; o derece.. Şarkının adı "Jan Jan".. Canımsın demekmiş Bülend Özveren'in aktardığına göre.. Benim ilk beşimde yer alır bu şarkı. 
  • Rusya'nın şarkısının sunulurken kullanılan kelime "Davai davai"'yı görünce bir anda yaz tatillerine gitti aklım. Zira çevrenizdeki Rusların en çok kullandıkları ikilemedir bu davai davai.. Hadi hadi anlamına gelir. Nitekim Eurovision şarkılarının sunumu da bununla oldu, şaşırmadım. Yalnız o şarkıcı kadını çok mu aramışlar bilemedim. Sanırım Bodrum vs. gibi yerlerdeki üçüncü sınıf barlarda bile bundan daha az ürkütücü ve güzel seslisi bulunur. Arka planda sürekli yaşlanan ve hüzünlenen halinin gösterildiği barkovizyon da beni bu şekilde düşündürtmüş olabilir tabii..
  • Azerbaycanlı şarkıcı Aysel tam bir afetti. Bu kızı bizim ülkemiz medyası kaçırmaz. Yakında Beyaz Show'a konuk olur. Sonra bir menajerle çıkmaya başlar. Ülkemizde bir kaset yapar vs. vs. Ama gerçekten hoş bir kızdı. Kıyafeti de muhteşemdi; dekolte bir kıyafet nasıl dansöz kıyafeti olmak zorunda değildiri Hadise'ye gösteren bir örnekti. 1989 doğumluymuş, babası da prof'muş. Bu ayrıntıyı da verelim. İşte Aysel:
  • Dünyanın en güzel kadınları Estonya'dan çıkar mı bilmem ama, Estonya'lı tüm kadınlar güzeldir. Hele keman çalıyorsa daha da güzeldir. 

  • Almanların şovu Eurovision gecesi şovu değil de, Revü şovu gibiydi. Yine de takdir ettik bu şovu, tebrik ediyoruz dansçı kızlarımızı. 
  • Hadise yarı finale göre daha rahattı. Kim ne derse desin ben Düm Tek Tek şarkısını seviyorum. Tamam oryantalist ezgilerin yer aldığı benzer şarkılardan bunaldık, ama bence bu şarkı benzerler içinde farklı olan, güzel bir şarkı. Hadise'nin şovu güzeldi, ancak o sahneye yakıştıramadığım, erkek vokalistin yeşil gömleği idi. Ne alaka yahu? Yani daha uyumlu bir şey seçilebilirdi. Son bölümde çıkan erkek dansçının ise çok kadın hayranı olacaktır. Yakında bir Ayşe Arman ropörtajı bekliyorum kendisinden.. Hadise'nin sesinin şarkının son bölümlerinde hiç çıkmadığını da eklemek gerek. Çok dans etmesine bağlanabilir, ancak yine de Eurovision yarışmasında şarkıcı şarkının büyük bölümünü vokallerine söyletmemeli kuralı olsa diskalifiye edilebilirdi. Öyle bir kural yok ve abartıyorum tabii ki, yine de rengini beğendiğim Hadise'nin sesinin yeterince güçlü olmadığını kabul etmek gerek. Bütün bu eksilere rağmen genel olarak beğendiğim bu performans ve şarkının bence birinciliği hak ettiğini söylemeliyim. 
  • Norveç favoriymiş.. Hadi canım siz de dedim içimden..
  • Rumen kızımız Elena'nın performansı da hiç fena değildi. Soft - Eurovision şarkısı tadındaki parçası, şovu ve kendisini beğendim. 
  • İngiltere'nin şarkıcısı Jade Ewen, Leona Lewis tadında fiziği ve sesiyle ve "It's my time" adlı güzel slow şarkısıyla İngiltere'nin yıllardır bu şarkı yarışmasına gönderdiği komedi şarkı, şarkıcı ve grupların ayıbını sildi resmen. O British Airways reklamı kokan komik şarkıyı hatırlıyorum da.. BBC'nin ünlü sunucusu Terry Wogan'i dinlemedim bu sefer, ama eminim kendi ülkesiyle dalga geçen kişi olmamıştır bu sefer. Hadise'den sonra bir başka birincilik adayım.
  • Rusların uzaya bağlanması çok şıktı; Yuri Gagarin'in anılması da güzeldi. Her ne kadar Dima Bilan'ın İngilizce söylemiş olması tezat oluştursa da, yine de eski büyük devlet kökenlerine gönderme tabii ki onlar açısından gerekliydi.
  • Oylama sürerken Rusya hakkındaki çeşitli bilgiler kısmı çok matraktı. Örneğin, sunucu kız Rusya dışındaki insanlar Rusya'da havanın bütün yıl boyunca soğuk olduğunu ve herkesin sürekli kaban, botlar giydiğini düşünüyor, oysa bu kesinlikle doğru değil derken, arkadan kar yağdırılıyor, ve yine arka planda kalın giyinmiş kişiler gösteriliyor. Sonra diyor sunucu, Rusya hakkında yanlış bilinen bir başka konu da, bizim sabah içmeye başlayıp akşama kadar içmeye devam ettiğimizdir. Oysa bu da kesinlikle doğru değil, derken arkada Vodkaları kocaman fıçılardan götüren insanlar gösteriliyor vs. Ben sevimli buldum. 


Devamı

Türk Spor Medyasında Avrupa Ezikliği


Daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, Türk halkında yabancıya karşı genel bir eziklik vardır. 300-400 yıllık imparatorluk çöküşü sürecinde bu halk o kadar ezilmiştir ki, bu durum toplumumuzun ortak bilinçaltıyla hepimizin dimağlarına yerleşmiştir. 

Bunu bir şirkette güçlü konumda olan bir yöneticide de görebilirsiniz; yabancı biri geldiğinde aynı kişiye davranışları ile aynı şeyleri söyleyen vatandaşı bir başkasına davranışları farklıdır. Ve ya basit bir köye gelmiş basit bir yabancıya misafirperverlik adı altında her türlü güzelliği yapan sıradan birinde de.. Tıpkı bu yazıda değineceğim Türk spor medyasının genel durumunda gördüğümüz gibi..

Türk spor medyası son zamanlarda araya ufak tefek bir kaç kişiyi sıkıştırmış olsa da, genel itibariyle dışarısını az takip eden, genel kültürü zayıf, popülist, sloganlarla ve klişelerle hareket eden, pek de akıllı olmayan gazetecilerden oluşmaktadır maalesef. Bu spor medyasının mensupları çok da akıllı olmadıklarından, yukarıda değindiğim gibi evrensel normlardan bahsetmenin, onları her koşulda ve yerde savunmanın, kendilerini sahip olmadıkları genel kültür ve akıl düzeyinde göstereceklerini sanırlar. O yüzden ezberledikleri bir kaç değeri her yerde tekrarlamaya çaba sarfederler. Hem bu şekilde toplumun beklediği genel mesaj kaygısına yönelik hareket etmiş olurlar, hem de kendilerini bulundukları genel kültür ve zeka yoksunu çukurdan farklı bir yerde konumlandırmaya çalışırlar. 

Geçmişte bir çok Avrupa ülkesini kullanırdı örneklemler için bu insanlar. Son senelerde yükselen değeriyle, İngiltere Premier Ligi ve İngiltere bu insanların klişe sloganları için kullandıkları bir numaralı yer oldu. İngiltere'den yayınlanan herhangi bir maçta ve ya Türkiye'deki herhangi bir maçta örnekler bellidir:

"Hocam hiç İngiltere'de hakemlerden konuşuluyor mu..?"

"Hocam hiç İngiltere'de hocalar birbirine bir şey diyor mu?.."

"Hocam hiç İngiltere'de başkanlar gözüküyor mu..?.."

"Hocam hiç İngiltere'de sahaya giren var mı..?"

"Hocam görüyorsun bir tane ayakta maç izleyen yok İngiltere'de.."

"Hocam İngiltere'de bir hakem böyle hata yapsa bakalım bir daha maç yönetebiliyor mu?.."

gibi çeşitli örneklerle çoğaltabileceğim bir sürü ezberden yapılan klişe yorum ile Türk futbolu ve insanı aşağılanıyor, biz neden böyleyiz diye ağıtlar yakılıyor..

İngiltere'ye sık sık giden ve İngiliz medyasını yakından takip eden biri olarak söylüyorum ki, bizim yaşadığımız bir çok şey (tribün olayları hariç) orda da yaşanıyor. Hem de bizden fazla! İngiltere'de hakemler inanılmaz derecede çok konuşuluyor ve Alex Ferguson'ından, Rafael Benitez'ine, Arsene Wenger'inden ligin dibindeki Southgate'ine kadar bütün hocalar, hem de çok ağır şekillerde hakemlere, federasyona yükleniyorlar.. Ya medya? Fahiş bir hakem hatası sonrası, bütün haftayı o hakeme yönelik haberler yaparak geçirebiliyorlar. Evet, İngiltere'de başkanlar ortada değil, ama bu tamamen bir yönetim biçimi meselesi. Ordaki menajerler, takımın her şeyi ve bir nevi bizdeki eskiden yer alan Genel Kaptanlık müessesesi gibi.. Dolayısıyla başkan konuşmuyor, çünkü klüp adına zaten konuşanı var. Öte yandan bizim gibi yönetim biçimi olan İtalya'ya bakarsanız, tüm başkanların (takım sahiplerinin) sürekli medyada konuştuğunu görürsünüz. Dolayısıyla bütün bunlar bir kültür meselesi ve hiç bir ülkenin sistemi mutlak doğru değil. Burdan yaptığınız çıkarımlarla, efendim biz şöyle olmalıyız, böyle olmalıyız diyemezsiniz.

Tribün olaylarına gelirsek, İngilizlerin geçmişte çıkardıkları olayların dökümünü yapmaya gerek yok sanırım. Sadece şu anda inanılmaz yasalarla bu tür olayların önüne geçmiş durumdalar. Ama misal olarak Manchester United tribününde şu an otururken gördüğünüz ve aptal spiker tarafından "bakar mısın hocam taraftara, ne kadar da kültürlü" diye övülen bir taraftar, yurtdışında bir maça gittiğinde aynı yasalar orda olmadığı için her türlü olayın içinde olabiliyor. Örneğin önümüzde Roma'da Şampiyonlar Ligi finali var. Bakalım İngilizler Roma'da neler yapacaklar? Bekleyelim ve görelim..


Bütün bunları neden yazdım? Nefret ediyorum medyadaki bu ezik söylemlerden ve her düzlemde bunlarla karşılaşmaya sinir oluyorum. Bugün Manchester United şampiyon oldu ve şampiyonluk kupasını aldı. Kutlamalar oldukça sönük, coşkudan uzaktı. Ancak bu görüntü dahi spiker Melih Şendil tarafından, hocam görüyor musun bir kişi sahaya girmedi, ne kadar güzel kutluyorlar gibi övüldü. Yahu böyle şampiyonluk kutlaması olur mu? Sırf İngiliz böyle kutladı diye, benim ülkemde şampiyon olmuş bir takımın taraftarı da çılgınca sevinmeden, sağı solu pankartla gelin gibi süslemeden, gerekirse meşalesini yakmadan, lazer şovunu yapmadan şampiyonluk kutlamasını asilzade gibi yapmak zorunda mıdır? Ya da hiç mi görmediniz Avrupa'da herhangi bir takım şampiyon olduğunda, değil bir kaç kişi, binlerin yeşil çime hücum ettiğini, Totti'lerin, Del Piero'ların sadece külotlarıyla sahanın içinde kaldığını?

Akdeniz ülkelerindeki genel eğilime bakarsanız, aşağı yukarı benzer çizgide olduğumuzu görürsünüz. Hiç biri bundan dolayı eziklik duymazken, biz neden duyuyoruz? Bu da bizim kültürümüz. Bu da bizim sporu yaşama biçimimiz. Biz bundan zevk alıyoruz, bundan zevk almamız da bizi iğrenç, barbar, aşağılık yapmıyor!

Lütfen ezbere konuşmayınız Türk spor medyası. Lütfen eğilmeyiniz, bükülmeyiniz. 

Bu konuya gördüğüm her örnekte değinmeye devam edeceğim. 


Devamı

Hillside Trio'nun Otopark Sorunu


2006 yılından beri Hillside Trio City Club'a üyeyim. İlk üyelik zamanında, Hillside'in 40-50 araçlık kapalı otoparkının dışında şu anda Ağaoğlu sitelerinin olduğu yerde bir de büyük açık otoparkı vardı ve herhangi bir sorun yaşanmıyordu. Gelgelelim, şu anda Batı Ataşehir olarak değerlendirilen bölgede, bir çok uydu kent birbiri ardına yükselmeye başlaması ve Hillside'ın açık otopark olarak kullandığı arazinin onlara ait olmasından ötürü, Hillside'ın kullanımından alınmasından sonra, yaklaşık 4 yıldır çözülemeyen otopark sorunu başlamış oldu. 

Tam 4 senedir, Hillside Trio'nun üyelerini çıldırtan bir park yeri problemi bulunmakta. Şehirlerin büyümesi, artan trafik sorunu ve yoğun iş saatleri sonrasında insanlar spor yapmak için yeterli zamanı zaten bulamıyorlar. Dolayısıyla iş sonrası kısıtlı zamanda, sadece spor yaparak fiziksel gelişim sağlamak değil, aynı zamanda ruhen de rahatlamak isteyen insanlara, Hillside Trio otoparkı ile değil rahatlamak aksine işkence servisi vermiş oluyor. 

Trio kompleksi içerisinde, sadece spor salonu değil, aynı zamanda sinema, Mezzaluna, Sosa, Starbucks, MOS gibi işletmeler de yer almakta. Dolayısıyla bu küçücük otoparka sahip mekan, sadece binlerce dolar para döken üyelerini değil, bu işletmelere gelen üye olmayan insanları da ağırlıyor. Hal böyle olunca, gün içerisinde herhangi bir zaman diliminde - özellikle de iş çıkışında - gittiğinizde, belki 45 dakika boyunca beklemeniz, tur atmanız ama park yeri bulamayarak çileden çıkmanız söz konusu olabiliyor. Hem spor yapmaya mecaliniz kalmıyor, hem de zaten hala o heyecanınızı korusanız dahi, zaman! 

Hillside yöneticilerinin bu konuda getirebildikleri tek çözüm Vale hizmeti. Gözlerimle o insanların arabaları nasıl kullandıklarını görmüş biri olarak, burayı okuyan tüm Trio üyelerine sesleniyorum: Sakın arabanızı Vale'ye teslim etmeyin! 

Bu durumda bir diğer alternatif, arabanızı işletme dışında sokağa bırakmanız. Ancak bu durumda, dar sokaklarda, aşağı inen bir kamyonun arabanıza çarparak pervasızca yoluna devam etmesi (yaşanmış gerçek hikayedir; bir kamyon sokakta park etmiş arabaların iyice daralttığı yoldan geçmek için herşeyi deneyip beceremeyince, hiç umursamadan yokuş aşağı tüm yol boyunca arabaların sol kapılarına silindir misali çarpa çarpa inerek yoluna devam etmişti) ya da pek de tekin olmayan çevrede yaşanan hırsızlık olaylarının size rastlamaması için dua edeceksiniz. 

Otoparkta 45 dakika yer mücadelesi, valenin arabanızı çarpma veya içinde sigara içme ihtimali, dışarıda arabanızın zarar görmesi olasılığı, hırsızlıktan nasibi alma şansınız düşünüldüğünde ve bunu her gittiğinizde yaşadığınızdan ötürü, bir süre sonra Trio'ya gitmekten vazgeçiyorsunuz. Sanırım bu durum da, binlerce üyesi olan ve aslında parayı zaten üye olup tesise gitmeyen insanlardan kazanan Trio yöneticilerinin işine geliyor. Bu yüzden en ufak bir çözüm girişiminde bulunmuyorlar.

Hillside Trio'nun işletme olarak da başka problemleri var. Bu yazıda onlara değinmeyeceğim. Ancak mükemmel bir işletme dahi olsaydı, sırf bu yüzden üyeliğimi bittiği noktada yenilemezdim, yenilemeyeceğim. Trio'ya üye olmak isteyen herkese de burdan uzak durun çağrısı yapıyorum.
Devamı