Türk Basını yok olurken..

Geçenlerde izlediğim bir film, aslında birebir alakası olmasa da Türk Medyasının durumu hakkında çok acı şeyler düşündürdü..

Filmin adı Nothing but the truth..2008 yapımı, Rod Lurie'nin yönettiği, başrollerinde Kate Beckinsale, Matt Dillon ve Alan Alda'nın oynadığı filmde, gazeteci Rachel Armstrong, off-the-record olarak bir kaynaktan, bir büyükelçinin eşinin CIA ajanı olduğunu ve çeşitli ülkelerde bu şekilde görevler yaptığını, Başkan'ın O'nun bir raporunu dinlemeyerek hata yaptığını da ekliyor. Olay yaratıyor bu durum. Sonrasında, FBI bu konu ile ilgili olarak, acilen özel savcı atıyor. Savcının görevi, bu haberi kimin sızdırdığını bulmak. Matt Dillon'ın canlandırdığı savcı, çok sert ve hiç bir orta yolu bulma çabasına girmeksizin, Rachel Armstrong'u hapse attırıyor. Tek çıkma yolu, tanığını açıklaması. Rachel ısrarla gazeteci olarak, kaynağını söyleyemeyeceğini ifade ediyor ve tam 1 sene boyunca hapiste kalıyor. Bir sene sonunda, avukatı konuyu sonunda yüksek mahkemeye taşımayı başarıyor. İşte benim takıldığım ve de ülke basınımızın durumu hakkında düşüncelere dalmama sebebiyet veren konuşmayı, kurt avukatı canlandıran Alan Alda bu mahkemede yapıyor. Özellikle şu kısmı koyuyorum:

"In 1972 in Branzburg v. Hayes this Court ruled against the right of reporters to withhold the names of their sources before a grand jury, and it gave the power to the Government to imprison those reporters who did. It was a 5-4 decision, close. In his descent in Branzburg, Justice Stewart said, 'As the years pass, power of Government becomes more and more pervasive. Those in power,' he said, 'whatever their politics, want only to perpetuate it, and the people are the victims.' Well, the years have passed, and that power is pervasive. Mrs. Armstrong could have buckled to the demands of the Government-she could've abandoned her promise of confidentiality. She could've simply gone home to her family. But to do so, would mean that no source would ever speak to her again, and no source would ever speak to her newspaper again. And then tomorrow when we lock up journalists from other newspapers we'll make those publications irrelevant as well, and thus we'll make the First Amendment irrelevant. And then how will we know if a President has covered up crimes or if an army officer has condoned torture? We as a nation will no longer be able to hold those in power accountable to those whom they have power over-and what then is the nature of Government when it has no fear of accountability? We should shutter at the thought. Imprisoning journalists-that's for other countries, that's for countries who fear their citizens, not countries that cherish and protect them. Some time ago, I began to feel the personal, human pressure on Rachel Armstrong and I told her that I was there to represent her and not her principle. And it was not until I met her that I realized that with great people there's no difference between principle and the person. "

Özetlemek gerekirse, 1972 yılında benzer bir davada yüksek mahkemenin 5'e 4 oy çokluğuyla gazetecilerin, ulusal güvenliği ilgilendiren konularda kaynaklarını açıklamaması durumunda, hapse atılabileceği yönünde karar verdiğini, o zamanki hakimin, yıllar geçtikçe devlet kavramının daha da güçlendiği ve başa gelenlerin hangi siyasi görüşe sahip olurlarsa olsunlar, bu gücü daha fazla yaymak ve de daimileştirmek istediklerini ve halkın bunun kurbanı olduğunu söylediğini iletttikten sonra, gerçekten de bunun gerçekleştiğini ve yönetenlerin artık çok daha güçlü olduğunu belirtiyor. Müvekkili eğer kaynağını açıklarsa, artık hiç kimsenin basına güvenmeyeceğini ve konuşmayacağını, bu durumda bir Başkanın suçları ört bas ettiğini veya bir generalin işkenceyi hasır altı ettiğini özgür basın olmaksızın nasıl öğrenebileceğimizi sorguluyor ve vurucu cümleyi söylüyor: Yönetim erkine sahip olanların, kendilerine bu gücü verenlere karşı herhangi bir hesap verme korkusunu taşımadıkları bir durumda devlet kavramının varlığından bahsedebilir miyiz?

İşte filmin konusu her ne kadar birebir Türkiye gerçekleriyle uymasa da, geldiğimiz noktada yaşanan, tam da bu cümlede sorulan sorudur. Türkiye, bugün yaratılan yandaş medyası, sindirilen muhalif medyası ile, 7 senedir iktidarda bulunan hükümete yönelik ciddi bir muhalefeti ortaya koyamamaktadır. Henüz geçenlerde yaşadığımız ve en uyduruk ülkelerde dahi istifalara sebep olacak Sel felaketi sonrasındaki komik açıklamalar, işte tam da bu pervasızlığın ürünüdür. Hesap verme mecburiyetinizin olmadığı, kafanızda Demokles'in kılıcı misali sizi her daim tetikte bekletecek bir muhalif unsurun olmadığı ortamda, yönetenler işte böyle rahat hareket edebilirler.

Türkiye'nin önündeki en büyük sorunlardan biri budur. Geçmişte, en güçlü olduğu dönemlerde, örneğin Turgut Özal, ülkenin en büyük gazetelerinde "Hasbahçe'nin gülleri" gibi yazı dizileri, Turgut nereye koşuyor? gibi kitaplar, hayali ihracaat dosyaları, papatyalık kavramı gibi türlü unsurlarla eleştiriliyor ve kamuoyu baskısı yaratılıyordu. Bugün ise, her şey ama her şey kanıksanmış durumda. Sarışın-konkenci papatyalar yerine, başı kapalı begonyalar var bugün. Ama sistem aynı. Hayali ihracaat yok bugün, TOKİ var, her türlü ihalenin dağıtıldığı. Davulcuya kaçan kızlar değil, gemicikler satın alan evlatlar var.. Ama kamuoyu baskısı sıfır.

İşte Türkiye'nin problemi budur. Bu kadar dokunulmazlık, sonuçta o görevde bulunanları da gayr-i ihtiyarı hataya sürükler ve aslında bizatihi bu durum onların aleyhinedir. Lakin henüz bunu görebildiklerini sanmıyorum.

Türk basınının özgürlüğünü bu kadar kolay kaybetmesinin nedeni, elbette sadece hükümet değil. Medya patronlarının göbekten siyasete bağlı oldukları bir oluşumun bu hale gelmesinde çok da şaşılacak bir şey yok aslında; ama bu da bir başka yazı konusu..
Devamı

Chelsea-Porto Maçındaydım..


Hazır Londra'ya gelmişken maça gitmemek olmazdı. Ajandada en uygun gözüken maç, Şampiyonlar Ligi'nde sağlam bir eşleşmeyi işaret ediyordu: Chelsea-Porto..

Biletleri önceden temin edip, Salı gününü beklemeye başladığımda, maç gününün bu kadar yağmurlu olacağını tahmin etmemiştim. Londra'da yağmur normal diyebilirsiniz, lakin öylesine kuvvetli ve bütün gün yağan bir yağmurdu ki bu, aynı günün akşamı oynanacak Queens Park Rangers-Crystal Palace maçı iptal edilmişti.. Neyse ki, bizim maç için böyle bir durum yoktu. Bunun nedenini stadyumun içine girince anlayacaktım..

Ama önce stadyum dışı izlenimler: Daha önce Arsenal'in Emirates Stadyumunda da maç izlemiştim. Orası ile karşılaştırıldığında, stadyumun dışının oldukça basit kaldığı söylenebilir. Yine de metrodan çıkış sonrası stadyuma giriş, ulaşım daha rahat. Bunda stadyumun kapasitesinin Emirates'in hemen hemen yarısı olmasının da etkisi var sanırım. Stamford Bridge'in dışında en dikkat çeken husus stadyumla birleşik kale arkasında bir otel olması.

Stadın içine girip yerimizi aldığımızda, yukarıda kısaca değindiğim yağmur etkisini azaltan unsura hemen dikkat ettim. Hayatımda gördüğüm en iyi zeminlerden biri vardı karşımda. O kadar yağmura rağmen drenajı muhteşemdi ve ısınmak için oyuncular topla oynarken bunu görebiliyordunuz.

Çimin dışında, stadyum atmosferi de gerçekten güzeldi. Emirates Stadyumu elbette teknoloji harikası, ama yıllardır Ali Sami Yen'in ortasında tek ayak üzerinde maç izlemekten, Stamford Bridge de bana muhteşem geldi elbette..

Kale arkası tribünlerinde asılı olan pankartlardan Chelsea taraftarının kimleri daha çok sevdiğini hemen anlıyorsunuz. Pek de sürpriz değil, ama kaptanları John Terry ve Frank Lampard en çok sevilen isimler. Takım sahaya ısınmaya çıktığında da, sadece bu iki isim, bizim yumruk şova çağırmamız misali tüm tribünlere çağrıldılar. Bu iki ismin dışında, taraftarın sevgilisi olan bir oyuncu daha var ki, o da Joe Cole. Cole oynamamasına rağmen, saha kenarında ısınmaya gittiğinde dahi stadyum yıkılıyor. Bu üç oyuncu dışında özel ilgi gören bir oyuncu yok. Drogba'nın cezalı olduğunu belirteyim.


Maç başladığında görüldü ki, yılların Şampiyonlar Ligi gediklisi Porto kolay lokma olmayacak. Nitekim Chelsea'yi çok zorladılar. İlk yarı Chelsea'nin şuursuz bir baskısı vardı. Bir türlü oyun kuramadılar ve de Drogba'nın yokluğunda, Anelka ve Kalou ikilisinin hedef forvet oynayamamasından ötürü ileride pozisyon bulamadılar. Sürekli Ivanovic'in kanadından, sağdan gelmeye çalıştılar, ancak kanat organizasyonlarında içeride bunları değerlendirecek oyuncuları olmaması ve İvanovic'in dağa taşa giden ortalarıyla bir sonuç alamadılar.

Chelsea'nin bu durağan oyununda, oyunun her iki yönünü de çok iyi oynayan bir orta saha oyuncusunun payı büyüktü Porto'da.. Freddy Guarin. Bu çocuğu not ediniz bir yere. Ben FM-CM vs. hayatımda bir kez olsun oynamadığımdan, adını ilk kez duydum izlediğimde ve çok beğendim. Defansif orta saha oyuncusu olarak kısa zamanda Porto'nun başka takımlara onlarca milyon euroya satacağı yeni isim olacaktır. Henüz 1986 doğumlu. Porto'nun defansif bu iyi oyunu, ilk yarı boyunca bir türlü hücumda etkinliğe dönüşemedi. Bunda Lisandro Lopez'i kaybetmelerinin ve sadece güçten ibaret olup son hamlelerde oyun zekası düşük bir profil çizen Hulk'a kalmalarının etkisi olduğu kadar, Galatasaray, Porto tadında Avrupa arenasında çok büyük takımların bir alt seviyesinde yer alan takımların, büyük takımlara karşı deplasmanda oynadıklarında, nasılsa galip gelemeyiz psikolojisinin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Bu o kadar net belli oluyor ki sahada, hücumda çok rahat çoğalabilecekken, skoru koruma kaygısıyla çıkmayıp, mutlak gol pozisyonlarının oluşmasına engel oluyorlar örneğin.

Bu şekilde geçen ilk yarı sonrası, Chelsea'nin yoğun yağmur altında ilk 15 dakika gol bulamazsa çok zorlanacağı aşikardı. Lakin Anelka daha ikinci yarının başında, Kalou'nun ara pasında kaleciyle karşı karşıya kalıp, kaleciye nişanladıktan sonra, dönen topta, çok daha zor pozisyonda çarprazdan topu ağlara gönderince Chelsea rahatladı ve maçın geri kalan kısmını kendi sahasında kabul etti.. Bu süreçte, Porto Chelsea'nin maç boyu yakaladıklarından çok daha net pozisyonlar yakaladı. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, düzgün bir forvetlerinin olmaması nedeniyle golü bulamadılar.

Chelsea'de maçın adamı denebilecek bir oyuncu ortaya çıkmadı. Lampard, Ballack, Essien çok vasat oynadılar. Porto'nun baskı dakikalarındaki performanslarıyla Terry-Carvalho ikilisi ve attığı golle Anelka ön plana çıkarılabilir.

Porto'da ise maçın adamı tartışmasız Guarin idi.

Maçın içinden tekrar tribünlere dönersek, tribünlerde arada kalmış bir seyirci topluluğu gördüm ve çok üzüldüm bu hallerine İngilizlerin.. Hepimizin bildiği gibi tribünlerde ısrarlı bir şekilde ayakta durmak yasak.. Hem o şekilde sürekli oturmak zorunda olmak, hem o eski coşkulu günlerin uzağında olmak öylesine etkilemiş ki İngilizleri; memnun gibi duruyorlar, ancak en ufak bir tezahürat patladığında en mülayim gözükeni bile hemen ayağa fırlayıp bağırmak istiyor, lakin kısa bir süre içinde oturmak zorunda olmanın bilinciyle kös kös kala kalıyor.. Çok acıklı bir durum. Doğru düzgün tezahüratları da yok zaten.. Chelsea Chelsea diye bağırmak ve bir de Porto biraz sertleştiğinde şunu söylemek:

Carefree, wherever we may be
We are the famous CFC
And we don't give a fuck
Whoever you may be
'Cos we are the famous CFC


Velhasıl-ı kelam, tribün açısından sınıfta kaldı Chelsea seyircisi. Sadece onlar mı? Elbette hayır. Bir diğer sınıfta kalan da Porto seyircisi idi. Hemen hiç sesleri duyulmadı.. Ki bunu, Portekiz'de oynadığımız maçlardaki sessiz sakin tribünlerden de biliyoruz..

Maç sonunda, metroya binlerin akması, adım adım yürünmesi, ancak buna rağmen hiç bir izdiham olmaksızın, herkesin sırasıyla metrosuna binmesi, elbette sistem önemli, ama insan kalitesi daha önemli cümlesini akla getiriyor. Yarın bir gün, Seyrantepe'ye Metro geldiğinde ve onbinler oraya aktığında, ne rezilliklerle karşılaşacağız kim bilir..

Bundan sonraki durak umarım El Classico olacak. Eğer olur da bilet bulabilirsem, daha iştahlı bir anlatımı Barcelona-Real Madrid maçına bekleyiniz efendim.. :)

Not: Resimler kendi çekimimdir..
Devamı